11 Nisan 2015 Cumartesi

Açık Oturum
















İlkokullarda ve ortaokullarda  tartışma türleri diye bir ünite vardı. Panel, münazara, açık oturum vesaire nedir, birbirlerinden ayrılan yönleri nelerdir, ortak noktaları nelerdir falan filan anlatılır. Bu konular anlatılırken hep aynı tartışma üzerinden döner mevzu. Açık oturum konusuna gelince hoca bir hafta önceden iki tane ayrı grup oluşturur. Ardından tartışma konusu verir. “Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı?”

Burada çok gezenciler ve çok okuyancılar birbirlerine rakip olur. Artık duymaktan gına geldiğini elbet tabi biliyorum. Ancak bu eğitim sisteminde bu konu her zaman popülerdir. Grubun biri çok gezeni, diğeri çok okuyanı savunur. Ve aralarında tatlı bir çekişme başlar bir ders saati boyunca. Görsel hafızanın daha kuvvetli olduğunu söyleyen çok gezencilere karşı okumadan da hiçbir şeyin öğrenilemeyeceğini savunan çok okuyancılar vardır.

Yıllar önce bu tartışmaya maruz kaldığımız bir gün ben de söz hakkı sınıfa geçince parmağımı anarşist bir tavırla kaldırıp, oturuma başkanlık eden hocadan izin istemiştim. Hocanın benden beklediği; çok gezen grubuna ya da çok okuyan grubuna bir soru sormamdı. Ancak ben, “Her iki gruba da katılmıyorum, ama bana sorsanız; ne çok okuyan bilir ne çok gezen bilir, çok seven bilir” dedim..

Bütün sınıf bu dediklerimin ardından gülmeye başladı. Oturum başkanı yani hoca dalga geçtiğimi düşünüp esaslı bir tokat geçirdi suratıma. O soğuk kış günü suratıma yediğim tokat yüzümü ısıtmıştı. Bunun yanı sıra ben gayette ciddiydim. Ne çok gezen, ne de çok okuyan bilir. Çok seven bilir, çok seven..

O tartışmanın ardından 3 hafta sonra sınav olduk. Sınavda ilk soru açık oturum nedir sorusu idi. Sınav kağıtlarını okuyup sonuçları verirken birisinin cevap kağıdına ne yazdığını okudu ilk kez hoca;

“Açık oturum, açık havalarda yapılan toplantılara denir”

Bütün sınıf yine gülmeye başladı..


İbrahim H. Ataş

8 Nisan 2015 Çarşamba

Kopça













Boynu upuzun tanrısal bir kadının sütyenin kopçasını açamayacak kadar acemi bir adamdım. Bu durum benim sadece tecrübesizliğimin değil aynı zamanda vefalı olduğumun göstergesi olmalıydı. Fakat bu hareketim tiz bir kahkaha ile karşılık buluyor ve adeta yerin dibine girip çıkıyordum. Oysa ben ilk yattığım kadının ardından bir daha bunu yaşamamıştım. Hep aynı öpüşün yine aynı kadın tarafından gelip beni bulmasını bekliyordum. Beklemek burda nafile bir eylemdi.

Çeşitli platformlarda benim ardımdan başka adamların koynunda yattığını görüyor, yeni ilişkilerine tanık oluyordum. Başka adamların o öpüşe maruz kaldığına şahit oluyordum ve buna rağmen yine de vazgeçmiyordum ondan. Aksine hala özlüyordum ve süregelen günlerde özlemeye devam ediyordum. Acemiliğim komik gözüküyordu ama bana sorarsanız hüzünlü ve vefalıydı. Bunu benim bu şekilde adlandırmam elbetteki başkası için muhtemel değildi ve onun doğrularını da değiştirmiyordu.

Tanrısal kadınımın güzel havalarda dışarıya çıkıp başka adamların elini tutuyor olması beni içten içe mahvediyordu. Ama buna rağmen lanet olasıca inadımın önüne geçemiyordum. İnat dediğiniz şey bazen bir adamın önüne geçebilir. Buradaki inat gururdan dolayıydı belki. Tam olarak bilemiyorum. Fakat yaşadığım şeyin tam özeti ben hala deli gibi onu özlüyordum.

Kitap okuduğum zamanlar hep bir akıl tutulması yaşıyordum. Kafamın içinde karmaşık hikayeler dönüyor ne bunu anlayabiliyordum ne kağıda dökebiliyordum. İnsanın uyandıktan sonra rüyasını anlatamaması gibi bir şey. Özlem her şeyin önüne geçiyor başka bir şey yapmama izin vermiyordu. Yapabildiğim tek şey özlemekti. Ne bir eksiği, ne bir fazlası. Sadece özlemek.

Oysa sorsalar ne özlenecek bir tarafı vardı ne beklenecek bir güzelliği. Çok basit bir cümlede özne ile yüklemin yerini değiştirsem beni anlamıyordu. Çok karmakarışık felsefik bir cümle kurduğumu sanıp açık konuşmam konusunda ısrar etmeye başlıyordu. Bu kadar aptal olmasına rağmen onu seviyordum çünkü put sanılıp kırılan gönlüm bazen karşısındakinin ne kadar akıllı olduğuna bakmıyordu. Sadece gözlerinin aptal güzelliğine itaat ediyordu. Ne yazık ki öyleydi.


Bundan sıkılmıştım ve artık aktif olarak unutmaya çalışıyordum. Bununda en kolay yolu, uyku. Elbette ki, tek kelimelik bir cümle değildi sadece. Aynı zamanda her derde deva olabilecek, olmasa bile çoğu zaman bir çareydi. Çünkü uyku diliminde düşünemiyordum. Bilinçaltıma işlenmiş şeyler rüya olarak geri dönüşüm sağlamazsa bir problem kalmıyordu.

Sonra düşününce o da bir yere kadar bir çareydi. Bölük pörçük uykular zamansız kabuslar, o düşünememe halinin ızdıraba çeviriyordu adeta. İçki kadar olmasa bile uyku da bir çareydi. Çaresizlerin çaresi.

İçkiyi kullanarak unutmayacağımı biliyordum. Çünkü içince duygusallaşıyor daha çok özlüyordum. Üstelik bir özleme seansı bir level atlayıp bana geri dönüşüm sağlıyordu. Babamı getiriyordu aklıma. O da içiyordu. Maça kızını sevdiği için kumar oynuyor, parmağındaki yüzüğü bira şişesine vurup yaptığı soloyla içkiyi seviyordu.

Bundandır içki çare değildi. İçki yarama tuz basmaktı. Hem tanrısal kadınımı, hem kumarbaz babamı getiriyordu aklıma. Bu yüzden uykuyu seçiyordum.

Bu özlemek dürtüsü beni mutsuz etmesi gerekirken aksine mutlu da ediyordu bir yanıyla. Hayır kendime karşı sado-mazo bir haz duymuyordum ama buna yakın bir duygu içindeydim. Şairin altıncı parmağıdır denilen sigaradan uzak kalmam bunun bir sonucudur. Kendimi dumanla değil, gelmeyecek birini bekleyerek zehirliyordum. Evet yüzde yüz tanım bu.


İbrahim H. Ataş