15 Mayıs 2015 Cuma

Ben Bomontiydim, O Kırmızı Şarap













İddia ettiğim gibi değildi elbet. Sevişmiyorduk. Yani ona sorsan sevişmiyorduk. Bana sorsan kamasutra! Erkekler abartır çünkü. Erkekler sevince afallar çünkü. Erkekler, kadınlara nispeten daha çok mahallelidir, mahalle baskısından çıkmış bir eksikliğin deformasyonuna uğramıştır çünkü. Sayın tanrının işine karışmak gibi olmasın ama bana sorarsanız kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmamıştır. Doğrusu; erkek kadının kaburga kemiğinden yaratılmıştır..

Bütün çıkmaz sohbetlerimizde o “biz farklı dünyaların insanıyız” klişesine  başvuruyordu, bense “kaç tane dünya var ulan” klişesine. Ömrümüz bu klişelerle geçiyordu. Ömrümüz derken bir Zeki  Müren şarkısı kadar uzun bir zaman dilimi boyunca. Ömrümüz derken 24 saatimizin en hüzünlüsünden. Ömrümüz derken iri akpak bir memeyi dişleyen çocuk gibi, ömrümüz derken tuvale çıplak bir kadın resmeder gibi, acemi fakat cesurca..

Aslına bakınca bir yandan da haklıydı. Ben bomontiydim, o kırmızı şarap. Ben adana-ayran diyordum, o hamburger-kola. Ben yağmurlu günlerin adamıydım, o güneşli günlerin kadını. Ben psikolojik, sanat filmlerin sinemada az gösterilmesine üzülüyordum, o romantik aşk filmlerini kaçırmamaya uğraşıyordu. Ben yürüyordum bir sabah ansızın çıkıp akşama kadar, o spor yapmaya dahi arabayla gidiyordu. Ben  aşırı arabesktim, o seçici pop.  Ben edebiyat dergilerini takip ediyordum, o avon kataloglarını..

Onun istediği, hikayesini arayan meczup bir adam değildi çünkü. “Yıldızlara baktırdım fallarda çıkmıyorsun. Seni görmem imkansız imkansız imkansız” diyordum ben.O daha çok şimdiki zamanlarda takılıp, “nerdesin aşkın,  burdayım aşkım” diyordu. İkimizde adımız gibi biliyorduk bu aşk meyve verecek gibi değildi. En son meyveyi adem koparmıştı havvasına sonrası sonrası malum. Ama bütün bunlara rağmen hikayenin bir gereği olarak kör-topal yürüyordu kurgu. Belli ki hikayeci aklınca durumdan bir “nating is impasıbıl” kompozisyonu çıkarmak niyetindeydi..

Oysa ne ben, ne de imkansız kadınım işi zorlamak istiyorduk. Ben elinde bir deste gül olan romen kızının örülü ipek saçlarını açıyordum bahçemde şeftali ağacının çiçek verdiği günlerde. İmkansız kadınım, avm önlerinde retrica ile çektiği fotoğraflarını efektliyerek instagramda daha da güzelleşiyordu. Aslında hikayeci böyle bir kurguya sosyal medyayı dahil etme taraftarı değildi fakat olan şey bizatihi buydu. İmkansız kadınım –güya- yatağın diğer tarafında ayağındaki su yeşili ojeyi çıkarmaya çalışıyordu asetonla. Bense sanat güneşinin “ah bu yangın öldürüyor  yavaş yavaş” dizesinde takılıp kalmıştım..

Bu hikaye bir yangındı. Biz yanmıştık karanlıklar çıksın diye aydınlığa. Ben bir hikaye kahramanıydım ama henüz bir hikayem yoktu..

Geçer diye bir iç ses duydum o sıra. Hikayeci benimle bizzat iletişime geçmişti anlaşılan. Öyle deyince, yapıştırdım “geçmiyor amk dünyasında bir sikim geçmiyor” repliğini. Geç bu kopi pest ayaklarını özgün ol az, dedi. Haklıydı ses etmedim.

Ses etmedim ama içimdeki ses yine karşılık verdi. Hayır dedi, karanlıklar aydınlığa çıksın diye yanmıyorsun. Senin yanman bir şeyi değiştirmez ama yine de bu hikaye senin. Yolunu sen çiz, dedi. Yine bir replikle yanıt verecektim ama aklıma sadece “gözleri dört defa lacivetti müjganın” sahnesi geldi. Konuyla pek örtüşmüyordu. Ses etmedim..

Kafamda kendi hikayesinde figuranı oynayan, hüzünlü bir yönetmen figürü vardı. Kafamda kıpkırmızı bir ormandan rüzgar gibi geçen; soğuk bir trenin son vagonunda mızıka çalan bir kadın figürü vardı. Kafamda ikinci jeolojik devirlerden kalma fay hatları, kafamda depremler kafamda yıkımlar vardı. Ses etmedim..


Ben bomontiydim, o kırmızı şarap. İçim manda ve himayeyi kabul etmeyip, bağımsızlığını ilan etmiş bana karşı koyuyordu. Kendimle savaşım yetmiyormuş gibi, bir de saçları kır çiçeği kadına vurulmuştum. Kendi hikayemde bile kahramanı değil, mağduru oynuyordum. Böyle buyurmuştu sayın yaratıcım, ses etmedim.



İbrahim H. Ataş
Görsel: Ryan Mcginley

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder