11 Kasım 2015 Çarşamba

4 bira 1 camel



-İki tuborg, bir camel box abi
+Box kalmamış yalnız
-Ver abi soft ver madem
+19 lira hepsi
-Bi de çakmak ver bari
+Şimdi 20 etti
-Tamamdır abi.

Ağır adımlarla odama doğru çıkıyorum. Gökyüzünde hüzünlü bir ay asılı. Gözlerimi öylece yukarıya dikip sanki soru sormuşum da cevap vericekmiş gibi bekliyorum. Koridorun başında olan odama geçmem pek zaman almıyor. Odam nem kokuyor.Kapıyı açar açmaz kalorifer peteğinin üzerindeki solmaya yüz tutmuş çiçeğe takılıyor gözüm. Daha önce çok çiçek soldurdum balkonumda hemen tıbbi müdahaleyi yapıp suyunu veriyorum. Ama konuşmuyorum şimdilik. Birazdan kendini içkiye verecek bir adam çiçeğe güzel şeyler söylemez çünkü.

İlk birayı üç dikişte yanında tek dal sigarayla bitiriveriyorum hemencecik.  Elbette sigaradan bir bok anladığım yok. Sırf izlediğim bir filmde adam sigarayı güzel içiyor diye içiyorum. Hatta filmdeki o adam sigarı güzel içmiyor adeta sigarayla sevişiyor.  Böyle giderse benimde başlamam içten değil.

Kendime şiir okuyorum ikinci birayı açarken. Şiir bitinceye dek ikinci birayı da yarılamış olmanın garip tadı var ağzımın içinde. Telefonda Müslüm Gürses çalyor. İkinci sigarayı iliştiriyorum serçe parmağımla yüzük parmağımın arasına. Öyle öyle çekiyorum ciğerime zifiri, nikotini, zehri. Öyle öyle bitiyor ikinci bira.  Öyle öyle özlüyorum gözleri deniz kestanesi bir kadını.

İkinci bira da bitince kapıyı aralık bırakıp ağır adımlarla çıktığım merdiveni yine aynı rutinle iniyorum. Kafeteryaya girip direkt bira dolabına saldırıyorum aç itler gibi. Iki tane daha tuborgu kapıyorum ordan. Aslında  ben bomonti içiyorum ama tuborga gidiyor elim nedense. Hiçbir şey demeden 12 lira kesip paranın üstünü uzatıyor.  Eyvallah abi deyip çıkıyorum kafeteryadan. Üzerimde yabani bakışlar var bahçeden geçerken kafamı yerden kaldırmadan yürüyorum. Merdivene gelince yine salıyorum kendimi ağır adımların eşliğine. Yine aynı yerde tutulup aya takılı kalıyorum. Ay mı yoksa dolunay mı ayırt edemiyorum. Hala sorduğum sorunun cevabını verecekmiş gibi duruyor. Ama çıtı çıkmıyor. Dönüp sırtımı odama yöneliyorum.

Eskidende öyleydi. Ayın beni takip ettiğini filan sanardım hep. Herkes öyle sanmıştır bir dönem. Ara sokaklara girip geceleri aydan kaçardım. Ama sokağı dönüp başımı kaldırınca yine orada asılı olduğuna şahit olurdum. Ya ben çok küçüktüm o kocaman. Ya da oyun oynuyorduk ve hep o kazanıyordu. Belki de ikisi birden olurdu.

Aya sırt çevirip odaya girince telefondaki müzik değiştiğini ve yerini Neşet Ertaş’a bıraktığını görüyorum. ‘Mevlam ayrılk vermesin, gökte uçan kuşa eyvah’ diyor. Vermesin diyorum. Yeni aldığım birayı açıyorum. Biranın ıslak sert şişesi elimi tatlı bir serinlik bırakıyor. Sigarayı yakıp ciğerlerimi yakarcasına içime çekiyorum. Dumanı dışarıya salınca oluşan bulutumsu tabloyu izliyorum. Aslında neden içtiğimi dahi bilmiyorum.  Sabaha kadar içip banyoda sızmak istiyorum. Bugün cumartesi olsaydı belki, ama daha bugün pazartesi  İbrahim diyorum. Cevap vermiyor İbrahim. İbrahim zaten bi kukla gibi hep susmayı tercih ediyor. Hep susuyor. Hep susuyor. Hep susuyor. Besbelli canı yanmış. Ama dile gelmiyor.

Böyle böyle açıyorum üçüncü birayı. İşte o zaman geliyor aklıma babam. Şerefsiz babam, orospu çocuğu babam.  Kumarda yitirdikleri düşünüyorum. İçtiği kısa maltepenin kokusu geliyor burnuma.  Burnumun direği sızlıyor. Aptal gibi ağlamaya başlıyorum. Burnumu çeke çeke salya sümük ağlıyorum. Elimin tersiyle akan yaşları silip İbrahime küfrediyorum. İbrahim yine kayıtsız şartsız susmayı yeğliyor. Belki konuşsa her şey daha farklı olacak ama konuşmuyor piç

Şimdi elimde sigara ve birayla acaba babama çeker miyim korkusu doluyor içime. Hayatım boyunda tiksindiğim şeyleri yapmaya mı başladım yoksa bu yaptığım kendimi kanatmak mı sadece. Kırılıyorum. Defalarca, defalarca, ve defalarca kırıldım ve yine kırılıyorum. Elimden başka bir şey gelmiyor.

Annemse gelmiyor bu gece aklıma hiç. O gelmesin zaten.  O gelince ben banyoya koşuyorum. Boş bira şişesini klozetin köşesine çarparak kırıyorum. Bileklerime ağlayan bir kukla çiziyorum. Annem gelmesin aklıma. O gelince ben hep intihar ediyorum.

Cebimde sadece 8 liram kalmış. Bu yüzden olsa gerek son biramı yavaş yavaş yuvarlıyorum. Duvarda asılı kızılderili figürünün başını etrafını çevreleyen kuş kanatlarının altnda neler yattığını düşünüyorum. ‘Kuşlara takılıp gidiyor aklım’ diyor Zarifoğlu. Kuşlara takılıp gidiyorum.

Sigarayı içerken müptela gibiyim. Biri bitmeden diğerini yakıyorum. Bitmek üzere olan sigarayla yeni sigarayı yakmanın tarifsiz sevincine bırakıyorum kendimi.  Hüzünlü bir piçim diye tarif ediyorum hep kendimi. Kapkara bir boşlukta yitiriyorum kendimi. 

Dört bira bir camel alacak kadar param var. Ancak o kadar hüzünlenebiliyorum. Son birayı ağlayarak bitiriyorum. İbrahime dönüp bakmıyorum bile. Ben piçim o hüzünlü piç. Işığı açık unutup yatağıma geçiyorum. Ve başımı yastığın altına koyup öylece sızıyorum. 

İyi mi geceler sahiden..

İbrahim H. Ataş



27 Mayıs 2015 Çarşamba

hacivatlar çoğalır, karagözler azalır




 















hüznümüz baki kalır sevgili şeyhim.. azalır; yüzümüzdeki çukura düşen kadınlar azalır; ılıman   solcular ütopyalar, kısa, kırmızı saçlı kadınlar sürmeli adamlar hacivatlar çoğalır, karagözler azalır..


molotofların yerini havai fişeklerle kutlanılan milli bayramlar alır.. başkaldıranlar tartaklanır, sokak ortalarında -yasal mermili komiserler- yasal olmayan yollarla daha yaşları 13, daha yaşları 15, daha yaşları 19 olan çocukları vurur..


ileri demokrasi derler adına (adı batasıcalar) zulüm artar, baskı artar, yolsuzluk artar, insanlık azalır..

azalır;
işçi bayramında meydanları dolduranlar yatırıyor diye çift mesai parasını patronlar.


azalır sevgili şeyhim; halden anlayanlar ,kitap sevenler, izbe hüzünler, nihililist yazarlar..


belki çoğalır birdenbire akıllı telefonlar uzay çağı dediği gibi arif’in ama buna paralel azalır vefa git gide


azalır; sevgili şeyhim diye başlayan mektuplar.. sığındığımız bulutlar kırılır bize, çocuk isimleri postmodernleşir! berkecanlar çoğalır, ibrahimler azalır..


azalır sevgili şeyhim ibrahimler azalır.



ibrahim h. ataş
görsel: kyle thomson

15 Mayıs 2015 Cuma

Ben Bomontiydim, O Kırmızı Şarap













İddia ettiğim gibi değildi elbet. Sevişmiyorduk. Yani ona sorsan sevişmiyorduk. Bana sorsan kamasutra! Erkekler abartır çünkü. Erkekler sevince afallar çünkü. Erkekler, kadınlara nispeten daha çok mahallelidir, mahalle baskısından çıkmış bir eksikliğin deformasyonuna uğramıştır çünkü. Sayın tanrının işine karışmak gibi olmasın ama bana sorarsanız kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmamıştır. Doğrusu; erkek kadının kaburga kemiğinden yaratılmıştır..

Bütün çıkmaz sohbetlerimizde o “biz farklı dünyaların insanıyız” klişesine  başvuruyordu, bense “kaç tane dünya var ulan” klişesine. Ömrümüz bu klişelerle geçiyordu. Ömrümüz derken bir Zeki  Müren şarkısı kadar uzun bir zaman dilimi boyunca. Ömrümüz derken 24 saatimizin en hüzünlüsünden. Ömrümüz derken iri akpak bir memeyi dişleyen çocuk gibi, ömrümüz derken tuvale çıplak bir kadın resmeder gibi, acemi fakat cesurca..

Aslına bakınca bir yandan da haklıydı. Ben bomontiydim, o kırmızı şarap. Ben adana-ayran diyordum, o hamburger-kola. Ben yağmurlu günlerin adamıydım, o güneşli günlerin kadını. Ben psikolojik, sanat filmlerin sinemada az gösterilmesine üzülüyordum, o romantik aşk filmlerini kaçırmamaya uğraşıyordu. Ben yürüyordum bir sabah ansızın çıkıp akşama kadar, o spor yapmaya dahi arabayla gidiyordu. Ben  aşırı arabesktim, o seçici pop.  Ben edebiyat dergilerini takip ediyordum, o avon kataloglarını..

Onun istediği, hikayesini arayan meczup bir adam değildi çünkü. “Yıldızlara baktırdım fallarda çıkmıyorsun. Seni görmem imkansız imkansız imkansız” diyordum ben.O daha çok şimdiki zamanlarda takılıp, “nerdesin aşkın,  burdayım aşkım” diyordu. İkimizde adımız gibi biliyorduk bu aşk meyve verecek gibi değildi. En son meyveyi adem koparmıştı havvasına sonrası sonrası malum. Ama bütün bunlara rağmen hikayenin bir gereği olarak kör-topal yürüyordu kurgu. Belli ki hikayeci aklınca durumdan bir “nating is impasıbıl” kompozisyonu çıkarmak niyetindeydi..

Oysa ne ben, ne de imkansız kadınım işi zorlamak istiyorduk. Ben elinde bir deste gül olan romen kızının örülü ipek saçlarını açıyordum bahçemde şeftali ağacının çiçek verdiği günlerde. İmkansız kadınım, avm önlerinde retrica ile çektiği fotoğraflarını efektliyerek instagramda daha da güzelleşiyordu. Aslında hikayeci böyle bir kurguya sosyal medyayı dahil etme taraftarı değildi fakat olan şey bizatihi buydu. İmkansız kadınım –güya- yatağın diğer tarafında ayağındaki su yeşili ojeyi çıkarmaya çalışıyordu asetonla. Bense sanat güneşinin “ah bu yangın öldürüyor  yavaş yavaş” dizesinde takılıp kalmıştım..

Bu hikaye bir yangındı. Biz yanmıştık karanlıklar çıksın diye aydınlığa. Ben bir hikaye kahramanıydım ama henüz bir hikayem yoktu..

Geçer diye bir iç ses duydum o sıra. Hikayeci benimle bizzat iletişime geçmişti anlaşılan. Öyle deyince, yapıştırdım “geçmiyor amk dünyasında bir sikim geçmiyor” repliğini. Geç bu kopi pest ayaklarını özgün ol az, dedi. Haklıydı ses etmedim.

Ses etmedim ama içimdeki ses yine karşılık verdi. Hayır dedi, karanlıklar aydınlığa çıksın diye yanmıyorsun. Senin yanman bir şeyi değiştirmez ama yine de bu hikaye senin. Yolunu sen çiz, dedi. Yine bir replikle yanıt verecektim ama aklıma sadece “gözleri dört defa lacivetti müjganın” sahnesi geldi. Konuyla pek örtüşmüyordu. Ses etmedim..

Kafamda kendi hikayesinde figuranı oynayan, hüzünlü bir yönetmen figürü vardı. Kafamda kıpkırmızı bir ormandan rüzgar gibi geçen; soğuk bir trenin son vagonunda mızıka çalan bir kadın figürü vardı. Kafamda ikinci jeolojik devirlerden kalma fay hatları, kafamda depremler kafamda yıkımlar vardı. Ses etmedim..


Ben bomontiydim, o kırmızı şarap. İçim manda ve himayeyi kabul etmeyip, bağımsızlığını ilan etmiş bana karşı koyuyordu. Kendimle savaşım yetmiyormuş gibi, bir de saçları kır çiçeği kadına vurulmuştum. Kendi hikayemde bile kahramanı değil, mağduru oynuyordum. Böyle buyurmuştu sayın yaratıcım, ses etmedim.



İbrahim H. Ataş
Görsel: Ryan Mcginley

11 Nisan 2015 Cumartesi

Açık Oturum
















İlkokullarda ve ortaokullarda  tartışma türleri diye bir ünite vardı. Panel, münazara, açık oturum vesaire nedir, birbirlerinden ayrılan yönleri nelerdir, ortak noktaları nelerdir falan filan anlatılır. Bu konular anlatılırken hep aynı tartışma üzerinden döner mevzu. Açık oturum konusuna gelince hoca bir hafta önceden iki tane ayrı grup oluşturur. Ardından tartışma konusu verir. “Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı?”

Burada çok gezenciler ve çok okuyancılar birbirlerine rakip olur. Artık duymaktan gına geldiğini elbet tabi biliyorum. Ancak bu eğitim sisteminde bu konu her zaman popülerdir. Grubun biri çok gezeni, diğeri çok okuyanı savunur. Ve aralarında tatlı bir çekişme başlar bir ders saati boyunca. Görsel hafızanın daha kuvvetli olduğunu söyleyen çok gezencilere karşı okumadan da hiçbir şeyin öğrenilemeyeceğini savunan çok okuyancılar vardır.

Yıllar önce bu tartışmaya maruz kaldığımız bir gün ben de söz hakkı sınıfa geçince parmağımı anarşist bir tavırla kaldırıp, oturuma başkanlık eden hocadan izin istemiştim. Hocanın benden beklediği; çok gezen grubuna ya da çok okuyan grubuna bir soru sormamdı. Ancak ben, “Her iki gruba da katılmıyorum, ama bana sorsanız; ne çok okuyan bilir ne çok gezen bilir, çok seven bilir” dedim..

Bütün sınıf bu dediklerimin ardından gülmeye başladı. Oturum başkanı yani hoca dalga geçtiğimi düşünüp esaslı bir tokat geçirdi suratıma. O soğuk kış günü suratıma yediğim tokat yüzümü ısıtmıştı. Bunun yanı sıra ben gayette ciddiydim. Ne çok gezen, ne de çok okuyan bilir. Çok seven bilir, çok seven..

O tartışmanın ardından 3 hafta sonra sınav olduk. Sınavda ilk soru açık oturum nedir sorusu idi. Sınav kağıtlarını okuyup sonuçları verirken birisinin cevap kağıdına ne yazdığını okudu ilk kez hoca;

“Açık oturum, açık havalarda yapılan toplantılara denir”

Bütün sınıf yine gülmeye başladı..


İbrahim H. Ataş

8 Nisan 2015 Çarşamba

Kopça













Boynu upuzun tanrısal bir kadının sütyenin kopçasını açamayacak kadar acemi bir adamdım. Bu durum benim sadece tecrübesizliğimin değil aynı zamanda vefalı olduğumun göstergesi olmalıydı. Fakat bu hareketim tiz bir kahkaha ile karşılık buluyor ve adeta yerin dibine girip çıkıyordum. Oysa ben ilk yattığım kadının ardından bir daha bunu yaşamamıştım. Hep aynı öpüşün yine aynı kadın tarafından gelip beni bulmasını bekliyordum. Beklemek burda nafile bir eylemdi.

Çeşitli platformlarda benim ardımdan başka adamların koynunda yattığını görüyor, yeni ilişkilerine tanık oluyordum. Başka adamların o öpüşe maruz kaldığına şahit oluyordum ve buna rağmen yine de vazgeçmiyordum ondan. Aksine hala özlüyordum ve süregelen günlerde özlemeye devam ediyordum. Acemiliğim komik gözüküyordu ama bana sorarsanız hüzünlü ve vefalıydı. Bunu benim bu şekilde adlandırmam elbetteki başkası için muhtemel değildi ve onun doğrularını da değiştirmiyordu.

Tanrısal kadınımın güzel havalarda dışarıya çıkıp başka adamların elini tutuyor olması beni içten içe mahvediyordu. Ama buna rağmen lanet olasıca inadımın önüne geçemiyordum. İnat dediğiniz şey bazen bir adamın önüne geçebilir. Buradaki inat gururdan dolayıydı belki. Tam olarak bilemiyorum. Fakat yaşadığım şeyin tam özeti ben hala deli gibi onu özlüyordum.

Kitap okuduğum zamanlar hep bir akıl tutulması yaşıyordum. Kafamın içinde karmaşık hikayeler dönüyor ne bunu anlayabiliyordum ne kağıda dökebiliyordum. İnsanın uyandıktan sonra rüyasını anlatamaması gibi bir şey. Özlem her şeyin önüne geçiyor başka bir şey yapmama izin vermiyordu. Yapabildiğim tek şey özlemekti. Ne bir eksiği, ne bir fazlası. Sadece özlemek.

Oysa sorsalar ne özlenecek bir tarafı vardı ne beklenecek bir güzelliği. Çok basit bir cümlede özne ile yüklemin yerini değiştirsem beni anlamıyordu. Çok karmakarışık felsefik bir cümle kurduğumu sanıp açık konuşmam konusunda ısrar etmeye başlıyordu. Bu kadar aptal olmasına rağmen onu seviyordum çünkü put sanılıp kırılan gönlüm bazen karşısındakinin ne kadar akıllı olduğuna bakmıyordu. Sadece gözlerinin aptal güzelliğine itaat ediyordu. Ne yazık ki öyleydi.


Bundan sıkılmıştım ve artık aktif olarak unutmaya çalışıyordum. Bununda en kolay yolu, uyku. Elbette ki, tek kelimelik bir cümle değildi sadece. Aynı zamanda her derde deva olabilecek, olmasa bile çoğu zaman bir çareydi. Çünkü uyku diliminde düşünemiyordum. Bilinçaltıma işlenmiş şeyler rüya olarak geri dönüşüm sağlamazsa bir problem kalmıyordu.

Sonra düşününce o da bir yere kadar bir çareydi. Bölük pörçük uykular zamansız kabuslar, o düşünememe halinin ızdıraba çeviriyordu adeta. İçki kadar olmasa bile uyku da bir çareydi. Çaresizlerin çaresi.

İçkiyi kullanarak unutmayacağımı biliyordum. Çünkü içince duygusallaşıyor daha çok özlüyordum. Üstelik bir özleme seansı bir level atlayıp bana geri dönüşüm sağlıyordu. Babamı getiriyordu aklıma. O da içiyordu. Maça kızını sevdiği için kumar oynuyor, parmağındaki yüzüğü bira şişesine vurup yaptığı soloyla içkiyi seviyordu.

Bundandır içki çare değildi. İçki yarama tuz basmaktı. Hem tanrısal kadınımı, hem kumarbaz babamı getiriyordu aklıma. Bu yüzden uykuyu seçiyordum.

Bu özlemek dürtüsü beni mutsuz etmesi gerekirken aksine mutlu da ediyordu bir yanıyla. Hayır kendime karşı sado-mazo bir haz duymuyordum ama buna yakın bir duygu içindeydim. Şairin altıncı parmağıdır denilen sigaradan uzak kalmam bunun bir sonucudur. Kendimi dumanla değil, gelmeyecek birini bekleyerek zehirliyordum. Evet yüzde yüz tanım bu.


İbrahim H. Ataş

20 Mart 2015 Cuma

Tütün

















Babam annemi döverken;
“Karım değil mi, döverim de severim de” derdi.
Ben olur da bir gün babama çekerim diye,
Hiçbir kadına aşık olamadım.

Hissetmedim hiçbir kadınıma aidiyet
Korktum
Olur da
Bir gün
Babama
Çekerim
Diye..


Onu kumar masasında öldürdüm.
Çünkü bizi maça kızıyla aldatıyor sanıyordum

O an görmeliydiniz,
Kanı masaya nasıl sıçradı görmeliydiniz
Gülüyordu..
Gözü hala iskambil kağıtlarındaydı.
Görmeliydiniz.

Babamın kısa maltepeye
Parasının yetmediği günleri hatırlıyorum.
O zamanlar
En ucuz sigara kısa maltepeydi
Parasının yetmediği günler tütün alıyordu.

Babamı öldürdükten sonra ben de tütün aldım.
Gidip yarasına bastım.
Beni hatırlasın diye..


İbrahim H. Ataş

17 Mart 2015 Salı

Ahmet Mithat Efendi - Dürdane Hanım





















Künye:

Adı: Dürdane Hanım
Yazar: Ahmet Mithat Efendi
Türü: Roman
Yayınevi : Akvaryum
Sayfası: 174


Alıntılar:



"Sevda dolayisiyla rezil olmus kimi insanlara rastlardim da zavallilari ayiplardim. Meger ayıplamakta hakkım yokmuş. Allah bu sevda denen ateşte bir kulunu yakmasın. Insanda utanma kalıyor ne ağırbaşlılık!"

“Birader, aşık olmak başkadır, aşık olunmak yine başka. Dürdane’ye ben aşığım! O da beni sevseydi aşkların en mutlusu ben olurdum. Ama sevmediği için aşkımın sönmesi mi gerekir. Hele, beni sevmedi diye sevdiğime düşman olmak elimden gelir mi? Böyle olduğu için, ben aşık değil bencil bir zalim olmuş olurum.“

“İnsan kendisini sevmeyen bir kadın için bu kadar fedakarlıkta bulunuyorsa, bu fedakarlık onun deliliğinden başka nesini gösterir.”

“Camiii Şerif asıl benim gibi günahkarlara yakışır. Orası Cenab-I Allah’ın merhamet evidir. O eve merhamete en fazla ihtiyacı olanlar başvurur ve vurmalıdır. İşte bunun için cami-I şerif en çok bana yakışır!” 

Kitap



Dürdane Hanım, Ahmet Mithat Efendi’nin yazmış olduğu bir aşk romanı. Kitabın arka kapağında özetlendiği gibi, “Durağan hayatına renk katmak isteyen Ulviye Hanım’ın, erkek kılığana girerek komşusu Dürdane Hanım’ın hayatını incelemeye başlaması bu romanın ana konusudur. Geçmişte yaşanan pişmanlıkları, aşkın insanı çaresiz bırakan yanını ve öç almanın insan içindeki çatışmalarını meraklı bir anlatımla dile geriren bir romandır.”

Kitap kendi içinde dört bölümden oluşuyor ve bu dört bölüm romanın karekterlerinin analiziyle beraber romanın akışını oluşturuyor. Yani her bölümde bir karekterin üzerinde duruluyor. Ancak romanın akışı hiçbir şekilde bozulmuyor.

Okuyanı sıkan tek bölüm benim kanaatimce giriş bölümü. Ben sadece bu bölümde kitabı elimden bırakır oldum. Ancak ne zamanki yazarın ilk bölümdeki sıkıcı meyhane tasfiri bitti ve olayın içene karekterler girdi orada kendinizi adeta bir filmin içindeymişçesine merakla takip etmeye başlıyorsunuz.

Yazıldığı döneme bakınca da beni  şaşırtmıştır. Ha keza Osmanlı döneminde bu kadar cesur bir şey yazılması açıkcası aklıma hiç gelmezdi. Çünkü içinde gizli bir  biseksüellikte var.

Velhasıl kitap hiç Dürdane Hanım’dan beklenen bir davranışla bitmiyor. Ve bütün dava mahşere kalıyor. Bu arada kitabın içinde bazı yer isimleri “***” ile verilmiş. Kitabın aslında mı var yoksa düzenleme aşamasında mı bu hale geldi pek bilmiyorum ama çok gereksiz bir uygulama olmuş. Yani o mekanların isminin verilmemesinin ne gibi bir amacı olabilir ve neden böyle geçiştirilmiş anlamadım. Fakat kitap okunması sırasında çok fazlaca olumsuz tepkimi aldı.

12 Mart 2015 Perşembe

Toplanılamayan Karne Paraları ve İbrahim























İlkokul ikinci sınıftan lise sona kadar okuduğum dönemlerde aldığım karnelerin bir kaçı hariç hepsi hala duruyor. Başkaları ne koleksiyonu yapar pek bilmiyorum ama ben o yaşıma kadar almış olduğum karnelerin koleksiyonunu yaptım. Ya da daha doğru bir tabir kullanmak gerekirse birikim diyebiliriz. Birikim çünkü insanlar geçmişten bugüne hep bir şeyler biriktirir. Kimi para biriktirir, kimi bilgi, kimi tecrübe. Kimiyse hüzün biriktirir benim gibi. Evet benim tam anlamıyla birikim anlamında yaptığım şey hüzün biriktirmekti. Bu arada hüzün çok hüzünlü bir kelime.

Her dönem sonu ilkokulda öğretmenler, ortaokul ve lise döneminde ise sınıf başkanları karne parası peşine düşer. Çok çetrefilli bir iştir bu. Kolay değildir, benim gibi sivri burunlular hep karşı çıkar, işi yokuşa sürerler. İşte o dönemlerde karne parası vermeyi hep reddediyordum. “Sosyal devlet” kavramının içeriğinin ne olduğunu bilmesem de karne parasının öğrenci tarafından ödenmemesi gerektiğini biliyordum. Öğretmen de fakir olduğumuzu bildiğinden olsa gerek pek benim üzerime düşmüyordu, bir anlamda o paradan yırtmış oluyordum.

Öte yandan şunu hiç anlamıyordum. Tamam karne parası topluyorsun. Eyvallah diyelim ki verdik. Peki ikinci dönem ve bir üst sınıfta neden o karneleri tekrar geri istiyorsun. Hayır parasıyla veriyorsun karneyi zaten. Karneyi verince de almış olduğun parayı vermiyorsun. Ayıp değil mi. Görüldüğü gibi sosyal devlet kavramını bilmiyordum ama devletin soyguncu olduğunu biliyordum daha o dönemlerde.

Karnelerime gelince çok iç açıcı değildir. Keza iki kez sınıfta kaldım. İlkokul 1. Sınıf ve lise 1. Sınıf. İki sene sınıfta kaldım ama üç yıl kaybettim. Şöyle ki,  ilkokul 1. sınıfta kaldığım için lisenin üç yıldan dört yıla çıktığı seneye denk düştüm. Yani hem ilkokulu dokuz yıla uzattım hem liseyi dört yıla. Ardından lise 1’de kalınca tekrar bir yıl daha kaybettim. Oldu mu bana kümülatif üç yıl. Velhasıl çok kaybettim ben. Hem sene bazında hem insan.


İlkokul 3. Sınıftaki karnemde ilginç bir şey vardı. Karnemin  sağ bölümünde yani “Davranış Gelişimi” bölümünde on bir tane  davranış “İYİ” sadece bir tanesi “PEKİYİ” olarak geçmiş. Böyle buyurmuş, o zaman ki kısa, tombul, kıvırcık saçlı,  şirinler şirini hocam tarafından. Pekiyi olan davranışım,  “Bağımsız olarak iş yapabilmesi” imiş. Hocam taa o günler görmüş içimdeki asiyi. Şimdilerde diyorum ki  keşke görmeseymiş, keşfetmeseymiş o yanımı. Keşke bağımsız olarak iş yapamasam. Biri tutsa elimden, arkamda olsa her kararımda filan. Bağımsız olarak iş yapilmem pekiyiymiş. Olmaz olsaymış..

Orta okul yıllarım karnemde bol askerlerin olduğu yıllardı ve hep Ş.Ö.K.’lerle geçtiğim yıllar. Yine karne parasını vermeyen İbrahim, yine toplanan karneleri geri götürmeyen İbrahim’in olduğu günler. O zaman çok kötü bir aşka düştüm. Bazıları aşka tutulmak derler ama aşka tutulmaz insan daha çok aşka düşer. Çünkü düşersiniz, biri sizi kaldırsın istersiniz ama bu pek mümkün değildir. Aşka düşersiniz ve düştüğünüzle, düşünüzle,düşündüğünüzle kalınırsınız. Tıpkı her gece  size “iyi geceler” denilmesi ve o gecelerin hiçbir zaman bununla mümkün olmaması gibi. Burası “Kaybedenler Kulübü” klişesi biraz.


Karnelerim hakkında ağrıma giden şeyse bir dönem o karnelerin altında “Okuduğu Kitap Sayısı” bölümü oldu. Ve Sınıf öğretmenlerinin benim karnemde o bölümü sıfır ile geçmesi.  Evet ben biliyorum bunlar rutin şeyler onlara göre doldurulması gerekmeyen. Ama ayrıntılar üzer  adamı. Hele ki hüzünlü adamları yerle yeksan eder ayrıntılar. Halbuki  gidip bakın hala duruyordur okul kütüphanesindeki defterde yazıyor ben sıfır tane kitap okumadım. Çok zoruma gitti. O kadar zayıf notların hiçbiri zoruma gitmedi ama o bölüme sıfır yazmanız Raskolnikovun baltasını boynumda vurmanız değildir de nedir. Vallahi gücendim size. Aşk olsun!


İbrahim H. Ataş / Toplanılamayan Karne Paraları ve İbrahim

4 Mart 2015 Çarşamba

Rıza'nın Absürt Kahve Hikayesi



















Rıza her gün düzenli olarak saat 11 gibi evden çıkıp kahveye giden öğretmen emeklisi bir adamdır. Her emekli gibi evde can sıkıntısından patlamak yerine dışarıya çıkmayı tercih ediyordu. Memurluk döneminde hayal edilen bahçede biber domates yetiştiririm hep hayalde kalmıştı diğer arkadaşları gibi.

Rıza kahvede hep yancı olmayı tercih ederdi. 101 oynanan bir masada oralet içer. Sonra kahveye günlük giren üç gazete göz atar filan.Burada parantez açıyorum. Kahveye genelde 3 gazete girer. Birisi posta, diğeri fanatik diğeri kahvecinin hangi memleketten olduğuna bağlı. Burada parantez kapanıyorum.

Fanatik gün sonuna kadar kahveye giren hemen hemen herkesin elinden geçer. Kahvenin orospusu gibidir. Kimi altılısını oluşturmak için içerisinden ganyan bültenin alır, kimi iddaa kuponunu oluşturmak için maçlara göz atar. Kimide kendi tuttuğu takımın haberlerine daha doğrusu başlıklarına ve altlarında yazan 2-3 satırlık özetlere göz gezdirir. Ama genelde hepsi asıl gazetede yazan metni tam anlamıyla sonuna kadar okumazlar. Okumazlar çünkü posta gazetesinin sırasını beklerler.

Postayı herkes okur.Bu “herkes” tedirgin okur ama. Çünkü genelde göze hitap eder. Haza hitap eder. Evdeki blue çağındaki erkek evlatlarının gizli gizli porno izlemesi gibi her an yakalanacakmışcasına okunur bu gazete. İlk okullarda ve devamı olan okullarda alınmamış cinsel eğitim bir anlamda kahvede alınır. Sokakta ve gazetede öğrendiklerinin tersi çıkar çoğu zaman gazetede. Genelde bu tedirgin ve kaçamak eğitim, “ne bütün erkekler zenci, ne bütün kadınlar japon. yalan söyler pornolar!” sözünü doğrular. 


Hikayemizin karakteri ve başlığı olan “Rıza” bu sırada devreye girer. Oyun katlamalı olduğu için 200’ler havada uçuşur. Normalde açamayanın yemesi gereken cezai rakamı 202’dir. Fakat kaba hesap kolay toplansın diye 200 yazılır yazboza. Yazbozu da Rıza tutar. Rıza oralet içer. Rıza posta okur. Rıza yazboz tutar. Rıza sıradan yancılar gibi değildir yani. Oyunda olmasa da içtiği oraletin hakkını verir. Diğer yancılar gibi sadece beslenmez oynayanlar üzerinden.

Burada çay getiren garson değil çıraktır. Adı garsondur ama kendisi çıraktır. Garsonluk dediğin otelde yapılandır. Sipariş alırken ve yol verirken misafire bir elin arkada olur daima. Her siparişi alınca başını gayri ihtiyari “evet” anlamında biraz eğersin filan. Genelde sol elindeki tepsiyi çevirirsin ve şefin her gördüğünde “yine mi ulan” diye bir bakış atar. Tepsiyi durdurursun falan. Neyse.

Çırak masaya gelince “ne içersiniz efendim” değil, “abi çayları tazelim mi” der. Herkes evet der. Rıza “benimkisi oralet İbo” der sabahtan kalan çayı bitirmek isteyen İbo’ya. İbo tamam der. İbo zaten oralet getirecektir Rıza’ya ama yine de tamam der.Bozmaz Rıza’yı. Çünkü kahvenin sahibi Sıddık Abi’si müşteri her zaman haklıdır klişesini öğretmiştir.

Çay ocağına gider İbo. Hasan abi beşin biri oralet, der. Bunun ne demek olduğunu Hasan bilir hemen. Hatta masasını da bilir. Cam kenarından ikinci masa. Rızalara değil mi diye onay alır yine de. İbo evet diye onaylar. Hasan, sen bana bir winston kap gel ben veririm, der. Çıkarıp gömleğinin cebinden buruşuk 10 lirayı uzatır. İbo hiçbir şey demeden bakkalın yolunu tutar.

Hasan bardakları sıcak suyla çalkaladıktan sonra götürür içecekleri masaya. O anda Rıza’nın okuduğu sayfayı görünce, “bir sorun mu var Rıza abi” der alttan alttan laf sokuşturarak. Rıza pür telaş, “ha-hayır lan şey sen ne demek istiyorsun” deyip sayfayı kaptayım derken döker bir tepsi sıcak içeceği üstüne.

“Yandım ulan n'apıyorsun?”
“Abi kusura bakma”
“Kusuru mu var bu işin çabuk bez mez bir şey getir”
“Hemen geliyorum abi”
“Amına koyim bir çay vermeyi beceremiyorsunuz”

Hasan alelacele bir şey getirip tekrar özür diler ama Rıza içten içten küfür ediyordur hala. Masadakiler onu bırakıp oyunlarına dönerler. Kahvenin kapısı açılır ve İbo girer içeri bakkaldan gelip. Sigarayı verirken Hasan’a, n’oldu hala veremedin mi içecekleri, diye sorar. Hasan:


“Ya hu verdimde Rıza çüküne düşkünlüğünden döktü tepsiyi üstüne.”
“Sıddık abi gördü mü?”
“Yok eve kadar gitti o”
“İyi tamam, kızıyor bana sonra o Hasan ocaktan çıkmasın diyor.”
“..”

İbo sol eline yerleştirir tepsiyi ve götürüp dağıtır içecekleri masadakilere. O sırada bilardonun yanındaki masa 52 destesi ister. İbo ıstakaların yanından yazboz alıp ortalama kullanılmış bir 52 destesini bırakır masaya. İçecek siparişini 2 oyundan sonra alır. Çünkü daha gelir gelmez sıkıştırır gibi olmasın diye bekler biraz. Bunu da Sıddık Abi’si öğretmiştir.

Akşam fenerin maçı olduğu için cama fenerin bayrağı asılmıştır. Güneş panjurun arasından çizgi çizgi sızarak okey masasının üzerine dökülmüştür. İbo orada çalışmaktan çok memnun olmasa da okul masraflarını çıkarmak için çalışıyor öyle.

Bu arada Rıza postayı adeta hatmetmiş ve gazeteyi el yordamıyla düzeltip yan masaya bırakmıştır. İçinden de hala “günün sorusu” olan bölüm kafasında çalkalanıyordur. “İsot yemek erken boşalmayı önlüyor mu?” Gerçekten önlüyor mu acaba diye akşama kadar düşünüp durdu Rıza.



İbrahim H. Ataş
Görsel: Antonio Paucar

1 Mart 2015 Pazar

Babanız Ne İş Yapıyor?












Hepimiz bu yollardan geçtik.Maalesef.
Efendi kelimesinin nerden çıktığı konusunda geniş kapsamlı donanıma sahip biri değilim aslında. Ama şunları gözlemledim zamanında –efendi- diye tabi edilenler "kapıcılar" genelde. Ben de ömrümün büyük bir çocukluğunu (çokluğunu değil çocukluğunu yanlış yazmadım ima var) kapıcın oğlu olarak geçirdiğim için bu kanıya vardım..

 D. Efendinin çocuğuydum. O bana sanki kapıcı olmak kötü bir şeymiş gibi -okulda sorduklarında apartman görevlisi dersin- derdi. Demezdim.. Neyse konumuz bu değil..

Hayatım boyunca en çok sövdüğüm insanlar kategoriside ilk defa girdiği bir sınıfta baştan sona herkesin adını, soyadını,yaşını ve  babasının ne meslek yaptığını soran hocalar yer alır.Sanki nüfusuna geçirecek pezevenk herif.. (Ve evet öğretmenin öğrencinin başarısı için öğrenciyi tanıma gerekliliği vardır. Fakat bu iş öyle yapılmaz. Öğrenci dosyaları, rehberlik hizmetleri ve daha farklı yöntemler vardır. ) O yıllarda  bir cinayet işleyecek olsam bu boş beyinli hocalardan başlardım kesinlikle..

Yine öyle bir gündü. Okul yeni başlamıştı. Lise 2. Sınıftayız. Ticaret meslek lisesi muhasebe finansman okuyoruz. Evet o malum hoca  yeni tayin olmuş bizim okula. Haliyle ilk dersini boş geçirecek ve o 40 dakikanın geçmesi için konuşacak gereksiz bir şey bulması lazım.

Kendini tanıtmakla başlıyor evvela. Kaç sayfa harita metot defter almamız gerektiğiniz yazıyor beyaz tahtanın sol kısmına. Bu herif göbekten zor yürüyor birazda. 2 metre önden gidiyor göbek. Sıraların arasından zor geçiyor daha doğrusu öğretmen masasına kıçının yarısıyla oturmayı tercih ediyor aslen..

Suratında meymenet olmayan bu hoca daha içeri adım atar atmaz ben seziyorum bir şeyler. Bu arada yanlış anlaşılmasın hocalara saygım sonsuzdur. Fakat,  “eğitim cehaleti alır, eşeklik baki kalır” diye de bir söz vardır.

Şimdi  hoca duvar kenarından başlatıyor bu gereksiz, ele avuca sığmaz, ne idiğü belli olmayan, salak saçma, boş tenekeden çok ses çıkaran uygulamayı. Ben orta sıralardayım. Bana gelmesin diye bir yandan dua ediyor diğer yandan hocanın seceresini saygıyla anıyorum. İkisini birden yaptığımdan olsa gerek Allah kabul etmiyor tabi  dualarımı.

Pekala şöyle sananlar var ki onlar aptaldır benim literatürümde. Ben D. Efendinin yaptığı işten yani kapıcılıktan utanıyorumda böyle kaçıyorum. Siz öyle sanmaya devam edin lütfen. Bu gerçek hikaye bitmedi daha.

Neyse babası iyi iş yapanlar gururla, başları dik bir şekilde söylüyorlar.. Ama diğerleri biraz hüzünlü, biraz kırılmış, biraz babasından utanan, biraz aksine utanmayan ve konuşurken altını çize çize söyleyen adamlardan geçiyor sıra.

Geçiyor geçiyor derken, sıra Mukaddese geliyor. Ki Mukaddes yüzünde eskiden güller açan şimdi yerini siyahımsı gözaltlarına bırakan iyi mi iyi, melek mi melek bir öğrenci. Zor kalkıyor ayağa esasen. Söylemezse daha çok üzerine gideceğini biliyor hocanın. Onun için bir an evvel sırasını savmaya bakıyor kekeleyerek..

“Adım Muka, Mukad, Mukaddes.Soyadım K.. 15 yaşındayım. Babammm .. Şeeey babaaam.. Marangoz.” diyor ve oturuyor.

Bütün sınıfta ölümbaz bir sessizlik hakim. Herkes dut yemiş bülbüle dönüyor. Herkes yalancı. Herkes bu günaha ortak. Kimse çıtını çıkarmıyor. Herkes her şeyin farkında ama o dümbük, haysiyetsiz, hayvan oğlu hayvan farkında değil.

Ben sıranın üzerinde (güya) uyuyordum. Yüzümü jiletle doğruyordum oracıkta. Parmağımı ısırıyordum sesim çıkmasın ağladığımı anlamasınlar diye filan. Yanımda Ömer oturuyordu o bilirdi beni ceketini üzerime atıp hasta biraz, dedi hocaya..
Teneffüs zili ramazanda oruç açmak için okunan iftar ezanı gibi koşarak geldi bize. Derin bir nefes aldı herkes.

Mukaddes ağlıyordu  (içinden)...

Ben ağlıyordum yüzüm sırayla birleşik-yapışık-doğru orantılı.Yüzümde sıranın desenleri çıkmış. 

Yüzümde jilet izi. Yüzümde çaresizlik.

Herkes kendi derdine gitti okul bahçesine, kantine, koridorlara dağılarak. Mukaddes kalkmadı kaldı oturduğu yerde.

Mukaddes K. Güzel hanım hanımcık bir kız.3 aylık tatil döneminde babasını  (daha 37 yaşında) şanssız bir trafik kazası sonucunda kaybetti. Sonra bizim bildiğimiz Mukaddes gitti. Yerine bambaşka biri geldi.Babası vefat edince onu ziyarete gittiğimiz günü unutamıyorum. Konuşamıyordu. Garip garip kelimelerin ilk harfleri çıkıyor gerisi gelmiyordu. Yüzü gözü şişmişti. Gözaltları morarmıştı iyice. 2 gün uyumamıştı. 15 yaşında bir kız çocuğunun babasını (her şeyini) kaybetmesi kötü bir durumdur. Bırakın kötüyü felaket bir durumdur. Tırnaklarınızı penseyle çekseler o kadar canınınız yanmaz belki..

Ben o hocaya boşuna sövmedim. Mukaddesin babası eskiden marangozdu hoca! Eskiden marangozdu!

İbrahim H. Ataş





27 Şubat 2015 Cuma

Herkes var ama hiç kimse yok


















İşten yeni çıktım, yoğun bir gün geçirdim. Eve geliyorum kapıyı açıp ayakkabılarımı düzgünce ilk merdive koyuyorum. İçeride kimse karşılamıyor beni. Tuvaletin yolunu tutuyorum. Çoraplarımı çıkarıp çamaşır sepetine atıyorum. Her zamanki gibi Labran Jams’liğim üzerimde. Elimi yüzümü yıkıyorum. Soğuk suyun vücuduma değmesi biraz duş etkisi yaratıyor kendime geliyorum. Yüzümü silerken havludaki kekremsi kokuyu içime çekiyorum istemsiz. Evde herkes var. Ben varım, annem var. Kardeşlerim var. Babam var. Ama kimse konuşmuyor.. Herkes var, hiç kimse yok.

Salona geçiyorum. Salonda televizyon kapalı, haberleri açıyorum. Babam küfretmeye başlıyor yine iktidar uşaklarına sanki. Öylesine bakıyorum ben. Onu izlemeyi daha çok seviyorum sanki. Bakışları aynı noktada sabit. Kaşını filan oynattığı da yok. Memleketin hali darbe sonraki halden farksız diyor sanki. Bu hafta kimle oynuyordu fener diyor sanki. Çerçevesi tozlanmış duvardaki resminin gidip mutfaktan bir bez alıp çerçevesinin tozunu alıyorum. Gülümsüyor sanki. Ama belli de etmiyor. Zaten babalar belli etmez genelde..

Mutfaktan yemek kokusu gelmiyor burnuma. Ama duyuyorum ben. Söylenip duruyor annem. 2 tane kızım var biri de yardım etmiyor diyor sanki. Kızlar odasında, ben işten yeni dönmüşüm ama koşuyorum mutfağa. Bulaşıklara el atıyorum hemen. Yeni diktiği atkıyı söylüyor, renkleri çok hoşuna gitmeyecek ama sıcak tutar kışın diyor.Arkamdan omzumu sıkıyor. Sen olmasan diyor. Ben varım diyorum. Ben varım ama sen nerdesin şimdi. Buzdolabında magnetlerin arasına sıkışmış fotoğrafı beni süzüyor. Yüzü gülüyor ama yüzü hüzünlü..

Kızlar aralarında kavgaya tutuşuyor mp3 çalar için. Çığırtkan sesleri kulaklarımı tırmalıyor. Odaya varıyorum her yer dağınık. Ranzaları altlı üstlü ama hep yan yana yatarlardı. Birisi hep boş kalırdı. Birlikte yatan bu iki güzel kız neden birlikte yaşayamıyordu aklım ermiyor. Gülümsüyorum komidinin üzerinde beraber çektikleri fotoğrafa bakıp, kapılarını kapatıyorum.

Sonra odama geçip üzerime rahat bir şeyler alıyorum. Dolabın kapağındaki Alex posteri durduruyor beni. Atıyorum kendimi yatağa. Ben en çok küfrü hayatımda anne babamın ölmelerinden sonra değil, Alex’in pencerede taraftarlarla konuşurken ağladığı anda etmiştim. O gitti diye ağlamıştım o gece sabaha dek. Biz Lefterleri, Şeytan Rıdvanları görmemiştik, biz Alex’I görmüştük o da ağlayarak gidiyordu. Yarım kalıyorduk..

Üzerime Alex’in 20 numaralı formasını geçirip mutfağa geçiyorum tekrar. Buzdolabını açıyorum sadece iki konserve mısır, çürümüş salatalık, yarısı doğranmış domates ve kasede soslanmış birazcık zeytin var. Dolabın kapağını kapatıp üzerindeki magnetlerden dürümcü Eşref abiyi arıyorum. Sebebini bilmiyorum ama nedense numarayı kaydetmiyorum. Her gün tek tek o tuşları buzdolabına bakarak girme alışkanlığını edinmişim. İyi akşamlar abi İbrahim ben diyorum. Anlıyor hemen vereceğim siparişi.10 dakikaya kapında diyor. Eyvallah abi deyip kapatıyorım.

Düzenli bir ilişkimiz var ve bu yüzden beni bir tek Eşref abi anlıyor zaten. O da işine geldiği için. Hiç saptırmadan her akşam sipariş verdiğimden belki. Evde herkes var. Ben varım, annem var. Kardeşlerim var. Babam var. Hatta Alex var. Ama kimse konuşmuyor.. Evde herkes var ama hiç kimse yok.. Oturup ağlıyorum. Oturup ağlıyorum burnumun direği sızlayarak, utanmadan sıkılmadan ağlıyorum. Oturup ağlıyorum ölür gibi. Çünkü ağlamak ilaçtır. İyileştirmez ama iyi gelir.

İbrahim H. Ataş  
Görsel: Christopher Ryan McKenney




19 Şubat 2015 Perşembe

Trt Paylı Ayraçlar

























Yolu sık sık kitapçıya düşenler bilir, bazen ayraçların parası neredeyse bir kitap parası kadardır. Oysa ayraç dediğin şey sadece bir ayraç olmalı. Parası da o kadar olmalı. Spielberg der ki bir dolar verip ayraç alacağınıza bir doları ayraç olarak kullanın.  Ya da tam olarak buna benzer bir şey diyordu..





Benimde kitaplığımda, yerli kitaplar bölümünün kalan boşluğunda bir ayraç birikimim var. Kitap alırken ayraç çalıyorum bazen. Almak istemediğim kitabın ayracını içerisinden çıkarıp alacağım kitabın içerisine dahil ederek. Bence bu günah değil. Eğer günahsa bile üzerinde tekrar düşünülmeli.

Genellikle kitabı elime alır almaz bitiremediğim için ayraç kullanmakta benim için başlı başına bir mevzu. Bu yüzden ayraçlarla çok içli dışlıyım. Ayraç kelimesini de bu kadar fazla kullanmamın ne türlü bir anlamı var onu da tam olarak bilmiyorum.

Öte yandan kitaplığımda bazen küçük rütuşlar yaparken bazılarının içerisinde ayraç yerine kira dekontu, elektrik faturası, su faturasının ihtarı vesaire şeyler çıkıyor. Bu da benim kitap okurken bile dünyevi meselelerle ne kadar iç içe olduğumun göstergesi sanırım. Hayır yani ben istemiyorum trt paylı su faturasını ayraç olarak kullanmayı ama n’apalım, bu ülkede yaşamak zor zanaat.

Velhasıl ki çok şahane ayraçlarım var. Çok fazla olmadığı için koleksiyon sıfatına sokamıyorum maalesef. Lakin ileri dönemler için neden olmasın. Kitaplar kadar önemli olmasa da ayraçlara da değer verin. Ya da siz benimde sıklıkla başvurduğum gibi kaldığınız sayfanın köşesini iç tarafa doğru kıvırın. Ama bu hareket  bana sanki  bir çocuğun kulağını çekmeyi anımsatıyor. Kitapları üzüyorüm gibi geliyor bana. Bilmiyorum sizce de öyle değil mi?

İbrahim H. Ataş 

17 Şubat 2015 Salı

Sevmeyi Bilmediğimdendir























Ne demeye seviyorsun beni? Uğraşma boşuna kadın, uğraşma diyorum sana. Duvar saatinin çıkardığı sese bile tahammül edemeyen yarım akıllı bir adamım ben. Patatesli poğaçalar patatessiz çıkıyor diye dert edinip fırıncılara sövüyorum her sabah. Gazete okuyup küplere biniyorum, yakasım geliyor siyasileri.

Annem yok sevmesini bilmem. Annesizlik sevgisizliktir zaten. Dolduramazsın içimdeki hüzünlü boşluğu. Babamı kumar oynadığı masada maket bıçağıyla doğradım.Adisyonda en gerideydi. Adisyona kanı sıçradı..

Aklımı kitapla bozmuşum, Raskolnikovdan başka arkadaşım yok. Bir Eldar’ım yok. Cebimden Hidayet çıkmıyor. Rüyamda Panco’nun peşinden gidemiyorum. Hiçbir şey yokken “kötüyüm karanlığım biraz çirkinim” diye tutturuyorum.

Kanma diyorum sana gözlerimin deniz kestanesine. Ben bu gözlerde nice kadınlar boğdum, ben bu gözlerde çok kadın astım rapunzel saçlarından.

Yapamayız diyorum sana. Benim yaptığım yemekler acıdır yiyemeyiz. Ben Edip’in mendilinde kan sesleriyim. Bir kaşım yukarı kalkık, sevmem acele. Bir amok koşucusu gibiyim. Bana yetişemezsin. Yetişsen gelemezsin.

Etme n’olur, aldanma gülüşüme. Düşme yanağımdaki çukura. Dedim sana, bir karanfilin hatrınaydı susmalarımız. Eksiksem, kırılmışsam soğuk bir kasım sonu. Sevmeyi bilmediğimdendir.

İbrahim H. Ataş

16 Şubat 2015 Pazartesi

antidepresangünce part I















yaklaşık 3 saat boyunca yatağın içinde kıvrım kıvrım kıvrıldım. fakat uyuyamadım. genelde başım yastığın üstünde değilde yastığın altında uyurum. çocukluktan kalma bir alışkanlık. başım hep yastığın altındadır çünkü sesler duyarım. gaipten değil. babamla annemin kavgalarında kalma havadisler. küfür, aşağılama, yargısız infazlar, tehditler vesaire. o sesleri duymamak için her gece başımı yastığın altına koyarak uyurdum. onlardan ayrılalı 5 yıl oldu fakat hala öyle uyuyorum.

saatin altı buçuk olduğunu görünce fırının açıldığına duyduğum heycanla yatakta doğruldum. kulaklığımda “gundê hember” eşlik ediyordu bana. buruk ve hüzünlü bir havayla yeşil pijamamla dışarıya attım kendimi. dışarı atar atmaz keskin bir soğuk karşıladı beni. iki büklüm hızlı adımlarla fırının yolunu tuttum. sokağın başında sabah namazından dönen bir hacı amcayla karşılaştım. “esselamun aleyküm” diyecektim fakat koşar gibi geçti yanımdan. umursamadım. fırının kapısına gelir gelmez pohaça ve taze ekmek kokusunu duydum. içeri girince iki tane patatesli pohaça istedim..

eve dönerken çocuğunu okula bırakan bir anneyle karşılaştım bu defa. içim burkuldu. korktum. keza kadın sürekli arkasına ve sağına soluna bakıyordu. bu tedirginliği bize yaşatanlara kızdım. içimden küfrettim, doldu gözlerim. yola devam ettim..

ketılın altını yaktım. sallama bir çay yapıp masama geçtim. patatesli pohaçalar yine patatessizdi. sallama çay fena sayılmazdı bu yoklukta.

bütün bunların dışında geçen hafta 5 yıl sonra ilk kez kardeşimi görmüştüm. ve onun geri eve dönmesinin ardından yatağımın hala onun saçlarıyla kokuyor olması belki de bütün uykusuzluğumun başlıca sebebiydi. kim bilir?

11 Şubat 2015 Çarşamba

Şimdi Reklamlar
















nutricia reklamları
norveçli balıkçılar
isviçreli bilimadamları
blablabla

el kremine değil,
senin ellerine ihtiyacım var
anlamıyorlar jessica..


bu reklamlar kapital
bu reklamlar, reklamlar!
bilmem anlatabildim mi?

ibrahim h. ataş

Güven Adıgüzel - Holosko Artı Bir Miktar Yara



Rejisörler senden yana
Mevsimler ve uçan halılar
Son sahne sarhoşuyuz belki de hala
O filmin sonunda ağlayacaktık galiba
Gözümüze dünya kaçtı
beyazıt’ta
Ne meydandı ama
Elektrik kokuyor her yanımız
insan hakları mı diyorduk
Beş heceli başka bir şey mi yoksa
Anne bir on iki eylül yarasıdır
Merkez sağ bahsini çokça söylemiştik
Gözlerinden geçiyoruz
Guantanamo’nun kapısı açık kalmış yine
Emperyalizm de kahrolmadı
Bir sigaran var mı?
Çünkü bir sigara serbestledikçe beş vakit piyasa
Holosko artı bir miktar para
Dünya değiştirilebilir biraz sıkı tutunca
Mezar geceleri, dört kollular
iyi bilecek olanlar asla

Eksik pansumanlara razıdır ikna odalarında
Son kez yüksek sesle batının ilmini mutlaka
Sigarayı yakınca otobüsün gelmesi
Ontolojik bir sorun değildir ayrıca
Holosko artı bir miktar yara
Statükoya armağan olacaktır varlığım
Bakışları kapital, iyi halden Marksist
Kerbela görüce zülfikarı susan gönüllere deva
Her şeyi devletten beklemek uzunca bir kış gibi
Yakacak içimizi tevhid-i tedrisatın ateşi
Söz, kıymetli bir mayındır
Meclisten içeridedir
Şubatlar çok sert geçer
Senetler ve de aşklar
Merhem olunuyorsa
ve salyangoza sürekli zam yapılıyorsa
Mahallemiz işgal altındaysa
Burada yabancıları sevmezler
Evet evet tam olarak burada
Ceo olmak istemiyorum diye uyanılan kabuslarda
Hangi sosyolojik yaraya varılır bilmem
Uçan halılarda yerimiz yok, anladık
Ve babaannesi baş örtülü adamlar
Memleket meselesidir hala
Tab edilmemiş yaslardan geçiyoruz kaç zamandır
Adettir çünkü yazıldığı gibi ölünür burada
Işık şiirden yükselirse
Yanık kokuları yusufiye’dir
Doğudan gelenlerin hepsi bize hatıra
Bir ölünün ardından bakakalmak gibiyiz
Bazı ikindiler hep böyledir, sen bize aldırma
Adımızı tahtaya yazıyorlar, pek konuşmuyoruz oysa
Yine de çok yakışıyoruz tahtaya
Bazı ikindiler hep böyledir
Yazıldığı gibi ölünür, sen bize bakma
Gösterdiğin yolda hiç durmadan yürüyeceğime
Holosko artı bir miktar para
Yaralı serçeleri manşete taşımıyor dünya
Dünya bunu hep yapıyor
Çirkin kurbağalar öpmekten yorgunuz sanma
Misafirliğin zekatı ayakta beklemek
Dünyaya tabiyiz her gün
Bekleme odaları kadar gergin
Karateciler nedense hep yeşil kuşak
Seksen sonrasıyız dedik ya en fazla nakarata eşlik ederiz
Burada konuyu değiştirmek isterdim aslında
Yağmurda bazen mecaz da ıslanır
iyi ki bir metin yüksel’iniz var lan diyenlerden geçtim
Geçtim dünya üzerinden
Lapa pilava da risotto diyorlar ısrarla
Tamam lan siz haklısınız, şiir rönesanstan büyüktür
Şiir ve Rönesans aynı cümlelerde hep biraz eksik
Son teklifimdir dünyaya
Uslu çocuklar çarmıha
Holosko artı bir miktar yara
Çirkin kurbağalar öpmekten yorgunuz sanma
Romancılara bayılan baş örtülü kızların
Hayır hayır bu şarkı bizim değildir
Bu kemancılar ve bu beşinci sınıf artistlik acılar
Nükleer silahlarla şiir de yazılmaz
Tek kişilik acılarla kaplıdır çünkü uçurtmalarımız
Jilet bağlanmıştır telaşımıza henüz erkenden
Çocukluk denmez ya buna, olsa olsa kundaklama
Şimdi ölebiliriz aslında bir proleter gibi
dikeriz gözlerimizi belki hayata
Uhud’un okçularından rol çalıyor nasılsa dünya
O filmin sonunda ağlayacaktık galiba

Şiir: Güven Adıgüzel
Seslendirme: İsmail Kılıçarslan

7 Şubat 2015 Cumartesi

Debreşen Ferdi Aşkı












Depreşim tam olarak Onur Ünlü’nün yazıp yönettiği, siyah beyaz bir film olan “Sen Aydınlatırsın Geceyi” filmiyle başladı. Orhan Gencebay ile Ferdi Tayfur karşılaştırılmasının yapıldığı sahnede aydınlandım sanırım. Çünkü filmde de dediği gibi Ferdi, “Ben de Özledim” diyordu başka bir şey demiyordu. Ve bu tam da Ferdi ile benim aramdaki bağı tespit ediyordu. Biz sadece özlüyorduk ve başka bir şey demiyorduk.

Küçüklüğüm geldi ardından aklıma. Ferdi’nin filmlerinde televizyona yapışırdım adeta. Ama aynı etkiyi hiçbir zaman Orhan göstermemiştir. Çünkü Orhan daha sert mizacı olan üstlerde takılan birisi gibidir hep. Ama Ferdi hep yanımızdadır. Karpottalları annelerimizin gizli saklı tuttuğu günlüklerin içindedir.

Filmi izledikten sonra youtube’dan Ferdi’nin şarkılarını dinlemeye başlayınca aslında kendime inanamadım.  Şarkılarının çoğunu biliyordum ve eşlik ediyordum. Ama niye dinlemez olmuştum. İlla radyoda mı denk gelmeliydi. Kızdım kendime, küfrettim.
Şimdi hayatta olduğu için bu kadar az anar ve dinler olduk ama yarın bir gün vefat edince (umarım benden önce ölmez) daha çok kıymete binecek ama ben şimdi anılsın isterim hep. Çok geç olmadan..

Onsuz, sanmayın ki yaşıyoruz..




2 Şubat 2015 Pazartesi

Frederic Beigbeder - Ecstasy Öyküleri

























Künye: 

Adı: Ecstasy Öyküleri        
Yazar: Frederic Beigbeder
Türü: Öykü
Yayınevi : Nokta Kitap
Sayfası: 74

Alıntılar:

“Tanımadığımız insanlara hayatımızı anlatmamız için neden bir hapa ihtiyacınız olsun ki? Bunun için edebiyat varken?”

“İnsan Bukowski’nin sözcükleriyle Baudelaire gibi düşünebilir mi?”

“Eğlence hayat gibidir: Tıpkı insanlar gibi doğar ve ölür. Doruk anları ve inişleri vardır. Acı ve tatlı yanları vardır. Tıpkı bizim gibi parlar ve toza toprağa karışır. Tıpkı bizim gibi eğlencenin de yarını yoktur.”

“Hayat bana şans tanır, bir iki sürpriz yapar sanıyordum. Sersem. Sürprizler zenginler içindir. Yoksulların hayatı tahmin edilebilir, peşin peşin anlatabilirsin ne yapacaklarını.”

“Unutulduğumu unutmak için içiyorum"

“Şimdiye kadar kimse benimle yaşlanmak istemedi. (Ben bile istemedim.) Hiç aşık olamadım, kimseye orgazm yaşatamadım, Aşk çok pahalı bir şey benim imkanlarım buna müsait değildi.”

Kitap:

Frederic Beigbeder’in kendileri bir Fransız yazar. İçerisinde 14 tane öykü var. Birisi kendi başlığında da dediği gibi “iğrenç”, gerçekten öyle. Okuyunca anlayacaksınız. En çok hoşuma giden ve alıntı yaptığım “Adam yerine konmak için ne yapmalı” isimli öykü. Gerçekten çok başarılı ve kendimi sorguladığım bir bölümdü.

Frederic Beigbeder ecstasynin (X hapı, aşk hapı) batı dünyasında kullanıldığı yıllarında yaratmış olduğu yaşam tarzını anlatıyor. –Ki bir zamanlar kendiside kullanıp bırakmıştır. Hatta yazılan yorumlarda bu hikayeleri o dönemde yazdığı belirtilmektedir. Ve kitabın uyarı bölümünde (-ki sunum bölümüdür aynı zamanda) yukarıda alıntılarda da kullandığım “Tanımadığımız insanlara hayatımızı anlatmamız için neden bir hapa ihtiyacınız olsun ki? Bunun için edebiyat varken?” satırları kitabın verdiği en önemli mesajdır bana göre.


Kitap bazen sadist, bazen erotik, bazen extasy etkili, bazen hayatın hemen içinde kırmızı ışıklarda beklemek gibi sıradan, bazen röntgenci, bazen sübyancı, bazen aşırı rahatsız edici, bazen aşırı rahatlatıcı..

Frederic Beigbeder - Ecstasy Öyküleri 

1 Şubat 2015 Pazar

Sigara Sağlığa Kışkırtıcıdır

















kızıl saçlı peygamberimsi bir kadın oturdu karşımdaki masaya
uzun uğraşlar sonucunda çantasından bir paket parliamente ulaştı
sigara paketinin boş kalan kısmından

lacivert çakmağını çıkardı önce
sonra narin bir hareketle bir dal sigara çekti paketten
işaret parmağıyla orta parmağının arasına aldı sigarasını
yavaşça kalın dudaklarına götürdü
çakmağı ancak ikinci seferinde ateş alabildi
orgazm olurcasına çekti içine ilk dumanı
biraz bekledi


ardından başını yukarıya kaldırdı
yavaşça ve yoğun miktarda dumanı bıraktı boşluğa
göz ucuyla annesini takip eden bir kız çocuğu gibi
sigara dumanının havaya karışmasını izledi
göz ucuyla annesini takip eden bir kız çocuğu gibi
onu izliyordum..


sigaranın filtreli bölümünde koyu kırmızı ruj izi kalmıştı
sigaranın benden daha şanslı olduğunu düşünmeye başlamıştım
biraz sonra kül tablasına yöneltti sigarayı tutan ince parmaklı elini
mekanik bir hareketle
sigarayı baş parmağıyla orta parmağına aldı
ve işaret parmağıyla sigaraya hafifçe dokunup, külünü attı

yine aynı mekanik hareketle
baş parmağı ve orta parmağında olan sigarayı
kalın tanrısal dudaklarına götürürken,
işaret parmağıyla orta parmağının arasına aldı
derin bir nefes daha aldı..


sigara sağlığa zararlıdır
ama, kadın güzel sigara içiyordu
ve bu gayet kışkırtıcıydı

İbrahim H. Ataş




30 Ocak 2015 Cuma

Susun Bayan




















susun bayan
günah
yasak cümleler bunlar
Allah'ı kızdırabiliriz
biraz pıhtılaşmış kan kokusu
biraz sürrealist
birazdan biraz fazla çıplak


dudak kıvrımlarınız yeni dökülmüş asfalt gibi sıcak
kırmızıdan biraz açık
teniniz çokça öpülesi
hatta sevişilesi
ama olmaz
ütopyalar yeni kadınlar yaratır
sizinle kıyaslayabilirim
ve bu düpedüz aptallık

susun bayan
kelimeleriniz demokrat
sanat sanat içindir diyorlar
sanat toplum için
biraz halkçıyım
biraz sosyalistçe bu
konu dağılıyor
nerde sevmiştim ben sizi
kaldığım yerden devam etmeliyim

susun bayan
-dediğime bakmayın
sesiniz asırlık bir senfoni
biraz tiz
biraz bemol
ama arada sırada konuşun
sırlarınızı açığa vurmadan
-ki bu biraz çekici kılıyor sizi
hatta birazdan çokça fazla

susun bayan
rüyamın en güzel yeri
siz karşımda çıplaksınız
ben ziyadesiyle şükran borçluyum size
ben size bir ömür borçluyum
bu kelimeleriniz üryan
Allah’ı kızdırmayalım
günah

İbrahim H. Ataş

Tarkan Tufan - İbrahim Kaypakkaya'nın Hayatı ve Fikirleri
















Künye:
Adı: İbrahim Kaypakkaya’nın  Hayatı ve Fikirleri
Yazar: Tarkan Tufan
Türü: Biyografi
Yayınevi : Nokta Kitap
Sayfası: 192

Alıntılar:

“Bunlara aciyorum. Bunlar, çocukların işaret parmağından korkuyorlar. Çocukların soru sorması kadar güzel bir sey var mi yeryüzünde?”

İbrahim Kaypakkaya (Muzaffer Oruçoğlu ile sohbeti sırasında)

“Ben, grevleri işçi kitlelerini devrime hazırlayan bir okul olarak görüyorum”

İbrahim Kaypakkaya (21 Nisan 73’te Diyarbakır Savcılığı’ndaki ifadesi sırasında)

Kemalist ideolojinin tek kutuplu, baskıcı vr pasifize edici bürokratik yapısı, halkın Osmanlı dönemindeki gibi “teba”laştırılması ve benzeri bir çok noktada eleştiriler yoğunlaşmaktadır. Kimi yazılarında Kaypakkaya, sistemi faşizmle özdeşleştirir ve birçok devrimci hareketin aksine, Kemalist ideolojinin “solcu” bir karekteri olmadığını savunur.

Kitaptan / s.15


Kitap:

Kitap kendi içinde 3 bölümden oluşuyor. Ve beklendiği gibi baştan sona bir “İbrahim” biyorafisi şeklinde gitmiyor. İlk bölümde kısa bir İbrahim Kaypakkaya tanıtımı yapılıyor. Ardından İbrahim’i anlamak adına 60’lar ve 70’ler dönemi ayrıntılı biçimde işleniyor. Çünkü İbrahim’I anlamak için o dönemi bilmek gerekmektedir.

Maoizm, Çin Halk Devrimi, Kültür Devrimi, ABD’nin Vietnam çıkartması ve Vietkongların direnişi, Filistin’in işgali meselesi, İsrail’in kuruluşu, Amerikan karşıtı hareketler, 40-70 dönemi arası devrimcilere yönelik milliyetçi saldırılar vesaire bütün konular ayrıntılı bir biçimde ele alınıyor. Bu dönem boyunca İbrahim Kaypakkaya’nın bazı seçme yazıları da kitabın 2. bölümünde görmek söz konusu.

Son bölümde ise gerçek bir İbrahim Kaypakkaya biyografisi var. İbo’nun silahlı mücadeleye girişi, TİKKO-TKP/ML’nin kuruluşu, İbrahimin’in yakalanışı cezaevinde 72 gün süren işkencesi ve savcılık ifadeleri işleniyor.

Kitap son olarak İbrahim Kaypakkaya’nın dostu, yoldaşı, silah arkadaşı Muzaffer Oruçoğlu’nun, Nihat Behram’ın kitabında yayınlanmış hikayesi ile bitiriliyor. 


Tarkan Tufan - İbrahim Kaypakkaya'nın Hayatı ve Fikirleri

Kuklanın İntiharı


















Bariz şekilde ölüyorum. Başka adı yok bunun. Ellerimde küçüklüğümün acısıyla gidiyorum. Gökyüzünün kabullenmediği bir adamım aslında. Çok zor nefes alıyorum. Bildiğiniz yanmak bu. Etinizin kızarması vahşiçe. Pis bir yanık kokusu filan. Tırnaklarınızın çığlıklar içinde parmaklarınızdan koparılması. Ölmek işte en bariz şekilde ölmek..

İnsanlardan iğreniyorum. Hem de ciddi ciddi iğreniyorum. Buna yemin edebilirim. Midem bulanıyor. Ödüm kopuyor bazen. Çok korkuyorum. Sığınıp bir masanın altına her şey bittikten sonra çıkmak istiyorum. Bir çocuk gibi baş parmağım ağzımda hep öylece yaşamak istiyorum.



Beynim yerinden fırlayacak gibi. Birinizin çıtı çıksa pimim çekilmiştir o an. Kusup bütün öfkemi rahatlamak istiyorum. Şöyle adam gibi uyuyup sonra sağ tarafımdan güzel bir uyanmak istiyorum.
Yoruldum, elim ayağım tutmuyor. Git gide kirleniyorum sanki. Ucuz şarap satan ikinci sınıf bir erbabım. Kalitesizim. Çok fazla küfrediyorum. Elimden gelen "en yüksek sesli itiraz" bundan başkası değil çünkü.

Sık sık mezar ziyaretine gidiyorum. Ölülerden korkuyorum. Ama kendime yer aramak bu korkuyu dindiriyor.

Başım zonkluyor. Bir fahişe gibi istemeden de olsa çektiğim acının zevkini yaşıyorum. Göz çukurlarımda eskaza birikmiş faraza gözyaşlarım var. Kaç tane parmağım olduğunu sayıyorum. On taneyi tutturamıyorum. Tekrar sayıyorum, yine tutturamıyorum. Tekrar sayıyorum, yine..

Maça asım. Kozum. Benden büyüğü yok. Adımın eski ihtimallerinde soyadımı asıyorum. Bu ne demek bilmiyorum. Size delirmiş numarası yaptığım yok. Birileri bir zamanlar birbirlerinden birbirlerini çıkararak sıfır kalıyor. Ben de buna gülüyorum. Gülünce gamzelerim görünüyor belli belirsiz. Gölgemden korkar oluyorum. Gölgemi asıyorum kuklaların yanı. "Kuklalar titremesin ne yapsın?"

Bembeyaz deli bir tay gibiyim. Tozu dumana katıyorum (içimde!). Potansiyel bir piçim. Yaşamak istercesine ölmek istiyorum. Başka bir şey değil.

 İbrahim H. Ataş




Okurken dinlenilesi: Cem Adrian & Murat Yılmazyıldırım Düet Kan Revan İçindeyim

29 Ocak 2015 Perşembe

Özdemir Asaf - Ölmeyen (Kendi Sesinden)



Özdemir Asaf’ın kendi sesinden..

ÖLMEYEN

Sana geliyorum, sana,
Beni anla, içimdeki şeytan.
Yalnız sensin doğru söyleyen.
Gerekince kaçan, gerekince gelen.

Denizin yüzünde geceleyin,
Karanlıkları işleyen renkleri görmek senden.
Senden, bazı kelimelerin farkedilmemiş güzelliğini anlamak,
Unutulmuş yaşamaya başlayıvermek birden.

Sana geliyorum, doğru sana,
Susmamak için.
Çünkü sensin dinleyince dinleyen,
Bakınca bakan, görünce gören.

Sevmesini iyi bilirim, düşünmeyi öğrendim.
Duydum nedir can vermeden ölmek.
Artık bütün kapıları açıp kapayabilirim.
Sen anlarsın bunlar ne demek.

Sana geliyorum, yalnız sana,
Yalansız, gizlisiz.
Olduğu gibi anlatacağım ne varsa,
Bil, bilsinler, biliniz.

Sen,
Vurunca vuran, gülünce gülensin.
Sesin, yüzün, ellerin yüzde-yüz senin.
Sen ölmeyensin.

Özdemir Asaf


Fotoğraf: Bülent Özgören

28 Ocak 2015 Çarşamba

Ceketimin İç Cebi
















Karanlık o yerler.
36. sokakta,
Çöp konteynerlerinin yanında bulursun cesedimi.
Elimde izbe bir cinayet romanının 197. sayfası.
Ortalık keşmekeş.
Ortalık curcuna.

'Ceketimin iç cebinde adisyona yazdığım şiircikler.'

Leylim.
Müzikal bir tiyatro oyunu benim cesedim.
Biraz fa.
Biraz sol.
Trajikomik.

Karanlık o yerler.
Martılar yarı tok.
Vapurlar eski.
Yağmur ve piyano sesi gibi uyumlu değil aşk.
Azarlanmış bir çocuk gibi küskün
Ve gözyaşları ilahi derecede masum.

'Ceketimin iç cebinde adisyona yazdığım güzel ismin.'

Leylim.
Cesedim yırtılır içinde seni bulurlar.
Biraz güzelsin.
Biraz sonbahar.
Sonumuz ..
Mutsuz.

Sonumuz siyah.

Karanlık o yerler.
‘Bak bu gecede senin için yaşamayı seçiyorum.
Aslında bu benim için bir intihar biliyorsun.’

Ama senin için ölmüyorum.
Leylim.

'Ceketimin iç cebinde seviyorum seni.'
Üşüme diye.”

— İbrahim H. Ataş