20 Mart 2015 Cuma

Tütün

















Babam annemi döverken;
“Karım değil mi, döverim de severim de” derdi.
Ben olur da bir gün babama çekerim diye,
Hiçbir kadına aşık olamadım.

Hissetmedim hiçbir kadınıma aidiyet
Korktum
Olur da
Bir gün
Babama
Çekerim
Diye..


Onu kumar masasında öldürdüm.
Çünkü bizi maça kızıyla aldatıyor sanıyordum

O an görmeliydiniz,
Kanı masaya nasıl sıçradı görmeliydiniz
Gülüyordu..
Gözü hala iskambil kağıtlarındaydı.
Görmeliydiniz.

Babamın kısa maltepeye
Parasının yetmediği günleri hatırlıyorum.
O zamanlar
En ucuz sigara kısa maltepeydi
Parasının yetmediği günler tütün alıyordu.

Babamı öldürdükten sonra ben de tütün aldım.
Gidip yarasına bastım.
Beni hatırlasın diye..


İbrahim H. Ataş

17 Mart 2015 Salı

Ahmet Mithat Efendi - Dürdane Hanım





















Künye:

Adı: Dürdane Hanım
Yazar: Ahmet Mithat Efendi
Türü: Roman
Yayınevi : Akvaryum
Sayfası: 174


Alıntılar:



"Sevda dolayisiyla rezil olmus kimi insanlara rastlardim da zavallilari ayiplardim. Meger ayıplamakta hakkım yokmuş. Allah bu sevda denen ateşte bir kulunu yakmasın. Insanda utanma kalıyor ne ağırbaşlılık!"

“Birader, aşık olmak başkadır, aşık olunmak yine başka. Dürdane’ye ben aşığım! O da beni sevseydi aşkların en mutlusu ben olurdum. Ama sevmediği için aşkımın sönmesi mi gerekir. Hele, beni sevmedi diye sevdiğime düşman olmak elimden gelir mi? Böyle olduğu için, ben aşık değil bencil bir zalim olmuş olurum.“

“İnsan kendisini sevmeyen bir kadın için bu kadar fedakarlıkta bulunuyorsa, bu fedakarlık onun deliliğinden başka nesini gösterir.”

“Camiii Şerif asıl benim gibi günahkarlara yakışır. Orası Cenab-I Allah’ın merhamet evidir. O eve merhamete en fazla ihtiyacı olanlar başvurur ve vurmalıdır. İşte bunun için cami-I şerif en çok bana yakışır!” 

Kitap



Dürdane Hanım, Ahmet Mithat Efendi’nin yazmış olduğu bir aşk romanı. Kitabın arka kapağında özetlendiği gibi, “Durağan hayatına renk katmak isteyen Ulviye Hanım’ın, erkek kılığana girerek komşusu Dürdane Hanım’ın hayatını incelemeye başlaması bu romanın ana konusudur. Geçmişte yaşanan pişmanlıkları, aşkın insanı çaresiz bırakan yanını ve öç almanın insan içindeki çatışmalarını meraklı bir anlatımla dile geriren bir romandır.”

Kitap kendi içinde dört bölümden oluşuyor ve bu dört bölüm romanın karekterlerinin analiziyle beraber romanın akışını oluşturuyor. Yani her bölümde bir karekterin üzerinde duruluyor. Ancak romanın akışı hiçbir şekilde bozulmuyor.

Okuyanı sıkan tek bölüm benim kanaatimce giriş bölümü. Ben sadece bu bölümde kitabı elimden bırakır oldum. Ancak ne zamanki yazarın ilk bölümdeki sıkıcı meyhane tasfiri bitti ve olayın içene karekterler girdi orada kendinizi adeta bir filmin içindeymişçesine merakla takip etmeye başlıyorsunuz.

Yazıldığı döneme bakınca da beni  şaşırtmıştır. Ha keza Osmanlı döneminde bu kadar cesur bir şey yazılması açıkcası aklıma hiç gelmezdi. Çünkü içinde gizli bir  biseksüellikte var.

Velhasıl kitap hiç Dürdane Hanım’dan beklenen bir davranışla bitmiyor. Ve bütün dava mahşere kalıyor. Bu arada kitabın içinde bazı yer isimleri “***” ile verilmiş. Kitabın aslında mı var yoksa düzenleme aşamasında mı bu hale geldi pek bilmiyorum ama çok gereksiz bir uygulama olmuş. Yani o mekanların isminin verilmemesinin ne gibi bir amacı olabilir ve neden böyle geçiştirilmiş anlamadım. Fakat kitap okunması sırasında çok fazlaca olumsuz tepkimi aldı.

12 Mart 2015 Perşembe

Toplanılamayan Karne Paraları ve İbrahim























İlkokul ikinci sınıftan lise sona kadar okuduğum dönemlerde aldığım karnelerin bir kaçı hariç hepsi hala duruyor. Başkaları ne koleksiyonu yapar pek bilmiyorum ama ben o yaşıma kadar almış olduğum karnelerin koleksiyonunu yaptım. Ya da daha doğru bir tabir kullanmak gerekirse birikim diyebiliriz. Birikim çünkü insanlar geçmişten bugüne hep bir şeyler biriktirir. Kimi para biriktirir, kimi bilgi, kimi tecrübe. Kimiyse hüzün biriktirir benim gibi. Evet benim tam anlamıyla birikim anlamında yaptığım şey hüzün biriktirmekti. Bu arada hüzün çok hüzünlü bir kelime.

Her dönem sonu ilkokulda öğretmenler, ortaokul ve lise döneminde ise sınıf başkanları karne parası peşine düşer. Çok çetrefilli bir iştir bu. Kolay değildir, benim gibi sivri burunlular hep karşı çıkar, işi yokuşa sürerler. İşte o dönemlerde karne parası vermeyi hep reddediyordum. “Sosyal devlet” kavramının içeriğinin ne olduğunu bilmesem de karne parasının öğrenci tarafından ödenmemesi gerektiğini biliyordum. Öğretmen de fakir olduğumuzu bildiğinden olsa gerek pek benim üzerime düşmüyordu, bir anlamda o paradan yırtmış oluyordum.

Öte yandan şunu hiç anlamıyordum. Tamam karne parası topluyorsun. Eyvallah diyelim ki verdik. Peki ikinci dönem ve bir üst sınıfta neden o karneleri tekrar geri istiyorsun. Hayır parasıyla veriyorsun karneyi zaten. Karneyi verince de almış olduğun parayı vermiyorsun. Ayıp değil mi. Görüldüğü gibi sosyal devlet kavramını bilmiyordum ama devletin soyguncu olduğunu biliyordum daha o dönemlerde.

Karnelerime gelince çok iç açıcı değildir. Keza iki kez sınıfta kaldım. İlkokul 1. Sınıf ve lise 1. Sınıf. İki sene sınıfta kaldım ama üç yıl kaybettim. Şöyle ki,  ilkokul 1. sınıfta kaldığım için lisenin üç yıldan dört yıla çıktığı seneye denk düştüm. Yani hem ilkokulu dokuz yıla uzattım hem liseyi dört yıla. Ardından lise 1’de kalınca tekrar bir yıl daha kaybettim. Oldu mu bana kümülatif üç yıl. Velhasıl çok kaybettim ben. Hem sene bazında hem insan.


İlkokul 3. Sınıftaki karnemde ilginç bir şey vardı. Karnemin  sağ bölümünde yani “Davranış Gelişimi” bölümünde on bir tane  davranış “İYİ” sadece bir tanesi “PEKİYİ” olarak geçmiş. Böyle buyurmuş, o zaman ki kısa, tombul, kıvırcık saçlı,  şirinler şirini hocam tarafından. Pekiyi olan davranışım,  “Bağımsız olarak iş yapabilmesi” imiş. Hocam taa o günler görmüş içimdeki asiyi. Şimdilerde diyorum ki  keşke görmeseymiş, keşfetmeseymiş o yanımı. Keşke bağımsız olarak iş yapamasam. Biri tutsa elimden, arkamda olsa her kararımda filan. Bağımsız olarak iş yapilmem pekiyiymiş. Olmaz olsaymış..

Orta okul yıllarım karnemde bol askerlerin olduğu yıllardı ve hep Ş.Ö.K.’lerle geçtiğim yıllar. Yine karne parasını vermeyen İbrahim, yine toplanan karneleri geri götürmeyen İbrahim’in olduğu günler. O zaman çok kötü bir aşka düştüm. Bazıları aşka tutulmak derler ama aşka tutulmaz insan daha çok aşka düşer. Çünkü düşersiniz, biri sizi kaldırsın istersiniz ama bu pek mümkün değildir. Aşka düşersiniz ve düştüğünüzle, düşünüzle,düşündüğünüzle kalınırsınız. Tıpkı her gece  size “iyi geceler” denilmesi ve o gecelerin hiçbir zaman bununla mümkün olmaması gibi. Burası “Kaybedenler Kulübü” klişesi biraz.


Karnelerim hakkında ağrıma giden şeyse bir dönem o karnelerin altında “Okuduğu Kitap Sayısı” bölümü oldu. Ve Sınıf öğretmenlerinin benim karnemde o bölümü sıfır ile geçmesi.  Evet ben biliyorum bunlar rutin şeyler onlara göre doldurulması gerekmeyen. Ama ayrıntılar üzer  adamı. Hele ki hüzünlü adamları yerle yeksan eder ayrıntılar. Halbuki  gidip bakın hala duruyordur okul kütüphanesindeki defterde yazıyor ben sıfır tane kitap okumadım. Çok zoruma gitti. O kadar zayıf notların hiçbiri zoruma gitmedi ama o bölüme sıfır yazmanız Raskolnikovun baltasını boynumda vurmanız değildir de nedir. Vallahi gücendim size. Aşk olsun!


İbrahim H. Ataş / Toplanılamayan Karne Paraları ve İbrahim

4 Mart 2015 Çarşamba

Rıza'nın Absürt Kahve Hikayesi



















Rıza her gün düzenli olarak saat 11 gibi evden çıkıp kahveye giden öğretmen emeklisi bir adamdır. Her emekli gibi evde can sıkıntısından patlamak yerine dışarıya çıkmayı tercih ediyordu. Memurluk döneminde hayal edilen bahçede biber domates yetiştiririm hep hayalde kalmıştı diğer arkadaşları gibi.

Rıza kahvede hep yancı olmayı tercih ederdi. 101 oynanan bir masada oralet içer. Sonra kahveye günlük giren üç gazete göz atar filan.Burada parantez açıyorum. Kahveye genelde 3 gazete girer. Birisi posta, diğeri fanatik diğeri kahvecinin hangi memleketten olduğuna bağlı. Burada parantez kapanıyorum.

Fanatik gün sonuna kadar kahveye giren hemen hemen herkesin elinden geçer. Kahvenin orospusu gibidir. Kimi altılısını oluşturmak için içerisinden ganyan bültenin alır, kimi iddaa kuponunu oluşturmak için maçlara göz atar. Kimide kendi tuttuğu takımın haberlerine daha doğrusu başlıklarına ve altlarında yazan 2-3 satırlık özetlere göz gezdirir. Ama genelde hepsi asıl gazetede yazan metni tam anlamıyla sonuna kadar okumazlar. Okumazlar çünkü posta gazetesinin sırasını beklerler.

Postayı herkes okur.Bu “herkes” tedirgin okur ama. Çünkü genelde göze hitap eder. Haza hitap eder. Evdeki blue çağındaki erkek evlatlarının gizli gizli porno izlemesi gibi her an yakalanacakmışcasına okunur bu gazete. İlk okullarda ve devamı olan okullarda alınmamış cinsel eğitim bir anlamda kahvede alınır. Sokakta ve gazetede öğrendiklerinin tersi çıkar çoğu zaman gazetede. Genelde bu tedirgin ve kaçamak eğitim, “ne bütün erkekler zenci, ne bütün kadınlar japon. yalan söyler pornolar!” sözünü doğrular. 


Hikayemizin karakteri ve başlığı olan “Rıza” bu sırada devreye girer. Oyun katlamalı olduğu için 200’ler havada uçuşur. Normalde açamayanın yemesi gereken cezai rakamı 202’dir. Fakat kaba hesap kolay toplansın diye 200 yazılır yazboza. Yazbozu da Rıza tutar. Rıza oralet içer. Rıza posta okur. Rıza yazboz tutar. Rıza sıradan yancılar gibi değildir yani. Oyunda olmasa da içtiği oraletin hakkını verir. Diğer yancılar gibi sadece beslenmez oynayanlar üzerinden.

Burada çay getiren garson değil çıraktır. Adı garsondur ama kendisi çıraktır. Garsonluk dediğin otelde yapılandır. Sipariş alırken ve yol verirken misafire bir elin arkada olur daima. Her siparişi alınca başını gayri ihtiyari “evet” anlamında biraz eğersin filan. Genelde sol elindeki tepsiyi çevirirsin ve şefin her gördüğünde “yine mi ulan” diye bir bakış atar. Tepsiyi durdurursun falan. Neyse.

Çırak masaya gelince “ne içersiniz efendim” değil, “abi çayları tazelim mi” der. Herkes evet der. Rıza “benimkisi oralet İbo” der sabahtan kalan çayı bitirmek isteyen İbo’ya. İbo tamam der. İbo zaten oralet getirecektir Rıza’ya ama yine de tamam der.Bozmaz Rıza’yı. Çünkü kahvenin sahibi Sıddık Abi’si müşteri her zaman haklıdır klişesini öğretmiştir.

Çay ocağına gider İbo. Hasan abi beşin biri oralet, der. Bunun ne demek olduğunu Hasan bilir hemen. Hatta masasını da bilir. Cam kenarından ikinci masa. Rızalara değil mi diye onay alır yine de. İbo evet diye onaylar. Hasan, sen bana bir winston kap gel ben veririm, der. Çıkarıp gömleğinin cebinden buruşuk 10 lirayı uzatır. İbo hiçbir şey demeden bakkalın yolunu tutar.

Hasan bardakları sıcak suyla çalkaladıktan sonra götürür içecekleri masaya. O anda Rıza’nın okuduğu sayfayı görünce, “bir sorun mu var Rıza abi” der alttan alttan laf sokuşturarak. Rıza pür telaş, “ha-hayır lan şey sen ne demek istiyorsun” deyip sayfayı kaptayım derken döker bir tepsi sıcak içeceği üstüne.

“Yandım ulan n'apıyorsun?”
“Abi kusura bakma”
“Kusuru mu var bu işin çabuk bez mez bir şey getir”
“Hemen geliyorum abi”
“Amına koyim bir çay vermeyi beceremiyorsunuz”

Hasan alelacele bir şey getirip tekrar özür diler ama Rıza içten içten küfür ediyordur hala. Masadakiler onu bırakıp oyunlarına dönerler. Kahvenin kapısı açılır ve İbo girer içeri bakkaldan gelip. Sigarayı verirken Hasan’a, n’oldu hala veremedin mi içecekleri, diye sorar. Hasan:


“Ya hu verdimde Rıza çüküne düşkünlüğünden döktü tepsiyi üstüne.”
“Sıddık abi gördü mü?”
“Yok eve kadar gitti o”
“İyi tamam, kızıyor bana sonra o Hasan ocaktan çıkmasın diyor.”
“..”

İbo sol eline yerleştirir tepsiyi ve götürüp dağıtır içecekleri masadakilere. O sırada bilardonun yanındaki masa 52 destesi ister. İbo ıstakaların yanından yazboz alıp ortalama kullanılmış bir 52 destesini bırakır masaya. İçecek siparişini 2 oyundan sonra alır. Çünkü daha gelir gelmez sıkıştırır gibi olmasın diye bekler biraz. Bunu da Sıddık Abi’si öğretmiştir.

Akşam fenerin maçı olduğu için cama fenerin bayrağı asılmıştır. Güneş panjurun arasından çizgi çizgi sızarak okey masasının üzerine dökülmüştür. İbo orada çalışmaktan çok memnun olmasa da okul masraflarını çıkarmak için çalışıyor öyle.

Bu arada Rıza postayı adeta hatmetmiş ve gazeteyi el yordamıyla düzeltip yan masaya bırakmıştır. İçinden de hala “günün sorusu” olan bölüm kafasında çalkalanıyordur. “İsot yemek erken boşalmayı önlüyor mu?” Gerçekten önlüyor mu acaba diye akşama kadar düşünüp durdu Rıza.



İbrahim H. Ataş
Görsel: Antonio Paucar

1 Mart 2015 Pazar

Babanız Ne İş Yapıyor?












Hepimiz bu yollardan geçtik.Maalesef.
Efendi kelimesinin nerden çıktığı konusunda geniş kapsamlı donanıma sahip biri değilim aslında. Ama şunları gözlemledim zamanında –efendi- diye tabi edilenler "kapıcılar" genelde. Ben de ömrümün büyük bir çocukluğunu (çokluğunu değil çocukluğunu yanlış yazmadım ima var) kapıcın oğlu olarak geçirdiğim için bu kanıya vardım..

 D. Efendinin çocuğuydum. O bana sanki kapıcı olmak kötü bir şeymiş gibi -okulda sorduklarında apartman görevlisi dersin- derdi. Demezdim.. Neyse konumuz bu değil..

Hayatım boyunca en çok sövdüğüm insanlar kategoriside ilk defa girdiği bir sınıfta baştan sona herkesin adını, soyadını,yaşını ve  babasının ne meslek yaptığını soran hocalar yer alır.Sanki nüfusuna geçirecek pezevenk herif.. (Ve evet öğretmenin öğrencinin başarısı için öğrenciyi tanıma gerekliliği vardır. Fakat bu iş öyle yapılmaz. Öğrenci dosyaları, rehberlik hizmetleri ve daha farklı yöntemler vardır. ) O yıllarda  bir cinayet işleyecek olsam bu boş beyinli hocalardan başlardım kesinlikle..

Yine öyle bir gündü. Okul yeni başlamıştı. Lise 2. Sınıftayız. Ticaret meslek lisesi muhasebe finansman okuyoruz. Evet o malum hoca  yeni tayin olmuş bizim okula. Haliyle ilk dersini boş geçirecek ve o 40 dakikanın geçmesi için konuşacak gereksiz bir şey bulması lazım.

Kendini tanıtmakla başlıyor evvela. Kaç sayfa harita metot defter almamız gerektiğiniz yazıyor beyaz tahtanın sol kısmına. Bu herif göbekten zor yürüyor birazda. 2 metre önden gidiyor göbek. Sıraların arasından zor geçiyor daha doğrusu öğretmen masasına kıçının yarısıyla oturmayı tercih ediyor aslen..

Suratında meymenet olmayan bu hoca daha içeri adım atar atmaz ben seziyorum bir şeyler. Bu arada yanlış anlaşılmasın hocalara saygım sonsuzdur. Fakat,  “eğitim cehaleti alır, eşeklik baki kalır” diye de bir söz vardır.

Şimdi  hoca duvar kenarından başlatıyor bu gereksiz, ele avuca sığmaz, ne idiğü belli olmayan, salak saçma, boş tenekeden çok ses çıkaran uygulamayı. Ben orta sıralardayım. Bana gelmesin diye bir yandan dua ediyor diğer yandan hocanın seceresini saygıyla anıyorum. İkisini birden yaptığımdan olsa gerek Allah kabul etmiyor tabi  dualarımı.

Pekala şöyle sananlar var ki onlar aptaldır benim literatürümde. Ben D. Efendinin yaptığı işten yani kapıcılıktan utanıyorumda böyle kaçıyorum. Siz öyle sanmaya devam edin lütfen. Bu gerçek hikaye bitmedi daha.

Neyse babası iyi iş yapanlar gururla, başları dik bir şekilde söylüyorlar.. Ama diğerleri biraz hüzünlü, biraz kırılmış, biraz babasından utanan, biraz aksine utanmayan ve konuşurken altını çize çize söyleyen adamlardan geçiyor sıra.

Geçiyor geçiyor derken, sıra Mukaddese geliyor. Ki Mukaddes yüzünde eskiden güller açan şimdi yerini siyahımsı gözaltlarına bırakan iyi mi iyi, melek mi melek bir öğrenci. Zor kalkıyor ayağa esasen. Söylemezse daha çok üzerine gideceğini biliyor hocanın. Onun için bir an evvel sırasını savmaya bakıyor kekeleyerek..

“Adım Muka, Mukad, Mukaddes.Soyadım K.. 15 yaşındayım. Babammm .. Şeeey babaaam.. Marangoz.” diyor ve oturuyor.

Bütün sınıfta ölümbaz bir sessizlik hakim. Herkes dut yemiş bülbüle dönüyor. Herkes yalancı. Herkes bu günaha ortak. Kimse çıtını çıkarmıyor. Herkes her şeyin farkında ama o dümbük, haysiyetsiz, hayvan oğlu hayvan farkında değil.

Ben sıranın üzerinde (güya) uyuyordum. Yüzümü jiletle doğruyordum oracıkta. Parmağımı ısırıyordum sesim çıkmasın ağladığımı anlamasınlar diye filan. Yanımda Ömer oturuyordu o bilirdi beni ceketini üzerime atıp hasta biraz, dedi hocaya..
Teneffüs zili ramazanda oruç açmak için okunan iftar ezanı gibi koşarak geldi bize. Derin bir nefes aldı herkes.

Mukaddes ağlıyordu  (içinden)...

Ben ağlıyordum yüzüm sırayla birleşik-yapışık-doğru orantılı.Yüzümde sıranın desenleri çıkmış. 

Yüzümde jilet izi. Yüzümde çaresizlik.

Herkes kendi derdine gitti okul bahçesine, kantine, koridorlara dağılarak. Mukaddes kalkmadı kaldı oturduğu yerde.

Mukaddes K. Güzel hanım hanımcık bir kız.3 aylık tatil döneminde babasını  (daha 37 yaşında) şanssız bir trafik kazası sonucunda kaybetti. Sonra bizim bildiğimiz Mukaddes gitti. Yerine bambaşka biri geldi.Babası vefat edince onu ziyarete gittiğimiz günü unutamıyorum. Konuşamıyordu. Garip garip kelimelerin ilk harfleri çıkıyor gerisi gelmiyordu. Yüzü gözü şişmişti. Gözaltları morarmıştı iyice. 2 gün uyumamıştı. 15 yaşında bir kız çocuğunun babasını (her şeyini) kaybetmesi kötü bir durumdur. Bırakın kötüyü felaket bir durumdur. Tırnaklarınızı penseyle çekseler o kadar canınınız yanmaz belki..

Ben o hocaya boşuna sövmedim. Mukaddesin babası eskiden marangozdu hoca! Eskiden marangozdu!

İbrahim H. Ataş