30 Mayıs 2016 Pazartesi

Gülbize



senin gözlerinde efkarlı kalabalıklar vardır
hakkını arayan işçi sınıfları gibi yorgun ve emekçi
sen muhtemelen fazla mesailerde ayakta duramayacak kadar çalıştırılmışsındır
ben seni bu yüzden güzel severim Gülbize
anlarım dudak büküşünün altında yatan merhameti
anlarım koşuşturmandaki telaşı
anlarım ve ben seni bu yüzden kırmadan severim Gülbize


sen öyle güzel gülmeyiver Gülbize
sana başka başka adamlar aşık oluyor öfkeleniyorum
sen sadece bana gül istiyorum..
sen sadece benim yanımdan geç
sen sadece beni gör
senin sesini sadece ben duyayım istiyorum..
farkındayım seni sevince bencilleşiyorum


ah Gülbize senin adında bu kadar güzel olmasaymış keşke
ben sevince kendimi fazla kaptırıyorum
kalbimin en ücra yerlerinde açan amansız çiçekler gibisin
umulmadık zamanlarda geliyorsun
geliyorsun ve hiç gitmiyorsun Gülbize..
zaten böyle gel ve hiç gitme Gülbize


seni şairler sevmesin sakın Gülbize
olur ha bir şiirde adın geçer
herkes sana aşık olur
olmasınlar Gülbize
gülüşünü severler
sevmesinler Gülbize
kaldıramam


senin bir ömür tarayacak kadar güzel saçların var
o saçların Gülbize
dağ çiçekleri kadar özgür
dağ çiçekleri kadar asi
ve o saçların omzundan öne düşünce
ben soluk bir papatya iliştiriyorum saçlarının arasına
saçların merhamet
saçların dağ çiçeği
saçların berfin Gülbize..

ibrahimhalilataş
Resim: Tammy Callens

24 Mayıs 2016 Salı

Salyangoz




Bazen kafamın içinde simsiyah salyangozların iz bıraka bıraka yürüdüğünü hissediyorum. Ağır uğultular doluyor içime. Gözlerimin duyduğunu, kulaklarımın gördüğünü filan düşünüyorum. Bazen ne düşündüğümü bilemiyorum. Bilememek çok büyük zayıflık.

Bazen derin bi boşluğa öyle paldır küldür yuvarlanıyorum ki, uyandığımda kapkara bir mahsendeyim. Hamam böcekleri yürüyor parmak uçlarımdan kollarıma. Oradan boynuma. Aklımın içinden kelime satın alan bir şairin yarım kalan dünya savaşı şiiri geçiyor o an. Çıldırasıya bir sigara yakma isteği geliyor, boşluktan kurtulamıyorum. Üzülüyorum. Üzülmek çok büyük erdem.

Bir şeyden kadar çok kaçarsam kaçayım, aslında hep yerimde saydığımı görüyorum. Kudurmuş bir köpek gibi sağa-sola saldırasım geliyor. Zincirlerimden kurtulamıyorum. Çaresizlik hamurudur hüznün böyle zamanlarda. Hüzün çok büyük yalnızlık.

Oturup bir şeyler yazmak istesem o simsiyah salyangozlar vahşi fillere dönüşüyor. Kafamı yastıktan kaldıramaz oluyorum. Beynimin içi işgal edilmiş, yağmalanmış gibi öksüz kalıyorum. Öksüzlük çok büyük tanrı.

Tanrı demişken, tanrı dediğimiz çok değişken bir totem. Sus deyip ağzımın ortasına vuruyor vicdan denilen. Vicdan en büyük tanrıdır. Raskolnikov’dan biliyorum. Raskolnikov çok büyük manifesto.

Hüzünden bahsediyordum. Hüzün diyorum, hüzün insanı insan edemez. İnsanlıktan çıkarır bazen. Bilhassa yağmur yağarken mesela tanrı eder sizi. Parmaklarının arasında unutulmuş bir sigarayla şiir yazarken. Şiir çok büyük hüzün.

Ve hüzün kırmızı rujlu bir kadının merhametli yüzü..

İbrahim H. Ataş

22 Mayıs 2016 Pazar

Mualla

















chapter ı

bi defasında birini sevmiştim. benden iki yaş küçüktü. adı mualla. bi giyim firmasında çalışıyordu. tam zamanlı. vardiyası yoktu. kimi zaman sabah kimi zaman akşam. bazen öğlenleri gidiyordu gece olunca dönüyordu eve. üstelik onunda babası ölmüştü. ben onda biraz kendi piçliğimi bulmuştum. benden sadece annesi fazlaydı.

ben o zamanlar garsondum. iki üç tane arkadaşa uyup otelde işe başlamıştım. yoksa ondan bi farkım yoktu pek. gecem gündüzüm yoktu. antrak çalışıyordum. sabah altıda evden çıkıyordum. akşam onbiri geçiyordu eve ulaşmam.

arkadaşlar o zaman otel işi iyi dediler. 8 saat çalışıyorsun mesai yok. kalınca parasını alıyorsun filan. hem sigortan da tam yatar dediler. inandık. düştük 4 arkadaş otel yoluna. oysa hiç dedikleri gibi çıkmadı. haftada iki defa zorunlu mesai yapıyorduk bi de galalar vardı. iflahımızı sikiyorlardı otelde. yağmurdan kaçıp doluya tutulmuştuk.

tek teselli eden sigorta işiydi. ilkokul üçüncü sınıfta falan başlamıştım çalışmaya on yıldan fazla ediyordu. ama sigortalı gün sayım 230 du o sıralar. ama sonra yine işler sarpa sardı. vintır is kamink diye diye kışı getirdik. otelde askı dönemi başladı ve ilk biz çıkarıldık. sonrası hep kepazelik..

o zaman çalışırken almanlardan iki euro koparabilmek için 10 defa masalarına köpüklü bira götürüyordum. rusları zaten sormayın. bir dolar vermek için kılı kırk yarıyorlardı. -duruk. mojna votka. mojna biva. diye diye kıçımızdan ter akıtıyorlardı. hep okuyup hem çalışmak zordu çünkü. maaşta yetmeyince şahken şahbaz olurdum. otelden çıkarılınca orda biriktirdiğim euro ve dolarlarla geçirdim kışı.

chapter ıı

mualla ile de o zamanlar tanıştık aşağı yukarı. bi kafe ortamında oldu her şey. ben yüzbir oynarken taş çaldığım bi sıra göz göze geldik. karşımdaki arkadaşın yanında oturuyordu. yancıydı. cafe latte siparişi vermişti. garson kahveyi getirince çok teşekkürler demişti. insan bi işin içinde olunca öyle ayrıntılara dikkat ediyor. kendini o garsonun yerine koyuyor. o zaman aklına geliyor sabah altı-gece onbir mesaileri. buruk bir kare sadece.

taş çaldığımı görünce görünce eliyle arkadaşımı dürter gibi oldu. kaşımı çattım. gülümsedi. gülümserken sanki ağzının içinden papatyalar dökülüyor gibiydi. gamzeleri yoktu. gamzeleri olsa beni bi şantiyenin üzerinden baş aşağıya salsalar ve o gamzeye düşsem gıkımı çıkarmam. iyi ki derim. iyi ki ittiniz lan.

oyun bitince yan masada duran iskambil kağını alıp içinden kupa kızını muallanın önüne bıraktım. bi bok anlamadığım halde o sıra onu etkilemek için güya falına bakacaktım. kaşını dikerek evet dedi.

-sen kupa kızısın. burcun ikizler. okumuyorsun ama okumaktan yanasın. belki açıköğretim filan. karamsarlığın hayatında yeri yok. hep olumlu düşünüyorsun. çok yorgunsun ama belli etmiyorsun. bi de çok güzel gülüyorsun dedim.

yüzü kıpkırmızı olmuştu. anlamıştım. boktan bi işe başlamıştım ama olmuştu sanki. burcunun ikizler olduğunu kolyesini görünce salladım. ellerine bakınca anladım aslında okumadığını. zira ojeli değillerdi. yıpranmıştı sanki. okulu da oradan bağladım. rengarenk giyindiğini için karamsar olmadığını söyledim. hepsi gelişigüzel söylenmiş sözlerdi.

o gün gidip numarasını istemeye cesaret edemedim ama arkadaşlar arasında bi şekilde aldım numarasını. gece konuşmak istediğimi yazıp yolladım. ben kupa kızıysam sen sinek valesi mi oluyorsun dedi.

yaptığı gönderme bizim şarkımız oldu. o zaman vuruldum işte ben. başımın üstündeki bütün kara bulutlar dağıldı. iyi oldum.

chapter ııı

her şey iyiydi hoştu. aptal gibi aşık olmuştum muallaya. onun hikayesini öğrenince onu kendimle bütünleştirmiştim. manisada dış ticarette kardeşi okuyordu. aldığı maaşın bi kısmını ona gönderiyordu. annesi babasından kalan emekli maaşı çekiyordu sadece evleri kiraydı.

acıdığım için değil. asla değil. kendimi bulduğum için böyle tutulmuştum muallaya.

bir gün her nasıl olduysa yazı yazdığımı öğrenmiş. oysa bütün ilişki boyunca yazı yazdığımı saklamıştım. eski kullandığım forumlardan birinde bütün yazdıklarımı okumuş. ve geçmişimle ilgili bazı şeylere rastlamıştı. bi sohbet esnasında konuyu anneme getirdi. neden bu kadar kapalı olduğumu sordu. her zamanki gibi geçiştirici cevaplar verdim ama tatmin olmamıştı. o akşam eve bırakmamı istemedi. ben de kafasını toplaması için ses çıkarmadım.

sönmeye yüz tutan bir mumun son direnişleri gibiydik. gün geçtikçe daha az buluşuyor daha az yazışıyorduk. geçmişinden kaçamıyor insan. mutlaka bir gün bir yerde tekerine çomak sokuyordu.

bu olaylardan bir ay kadar sonra mualla bıraktı beni. hiçbir şey söylemedi. benim burcum ikizler değil bu kolye kardeşimin hediyesiydi dedi. kupa kızını çıkarıp cebinden masanın üzerine bıraktı. kalkıp gitti.

o iskambil destesinin içinden alıp onu sakladığını bilmiyordum. bir gün böyle ansızın çekip gideceğini de bilmiyordum. öylece gidince kendimi kaleiçinde plaklı meyhanede buldum. çok içtim. meyhaneden çıktıktan sonra beyaz bi mazdanın arka tekerine kustum. nasıl oldu bilmiyorum cihanı aramışım. geldi aldı beni ordan kafamın içinde bin tane mualla vardı. hepsi yüzüme tükürüp tükürüp siyah bi kapıdan uzaklaşıyordu.

cihanla eve geçince bana tuzlu su içirip kusturmaya başladı. bir saat filan klozetin başından ayrılmadım. sonra kahve yaptı. kendime geldim biraz. cihan noldu lan dedi? derdin ne bok gibi içiyorsun.

-mualla dedim sadece.

ağzımdan sadece mualla çıktı.

chapter ıv

cihan açıksözlü bi adam. olum dedi,

-o kız için değmez bak bilmediklerin şeyler var, unut gitsin.
-neyi unutacağım lan neyi. mal mal konuşma.
-sonra bana kızmak yok ama.
-cihan siktirme belanı ne biliyosan söyle.
-olum ben de bugün öğrendim o mualla iyi ayak değil.
-cihan siktir git konuşmayacaksan. ben bulurum bak.
-tamam bak sakin ol önce. bu mualla var ya başkasıyla birlikte. hem de kendinden büyük. adam 44 yaşında. evli. iki tane de çocuğu varmış. son iki gecedir de adamla birlikte bi otelde kalıyor.

hiçbir şey yapamadım. cihan çıktı odadan. kalkamadım yerimden. dünya başıma yıkıldı. elim ayağım boşaldı. dizlerim kopmuş gibi bi his oturdu içime. ağladım aptal gibi ağladım. ben sanmıştım ki annemi bıraktığım için benden uzaklaştı. hayatım sikildi. başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. amına koyayım ben böyle dünyanın.

siktirip gidin lan hepiniz. hepinizin cehennemin dibine kadar yolu var.

ibrahimhalilataş

19 Mayıs 2016 Perşembe

Kahır






Çok düşüncesiz bir adam Vahit. O kadar düşüncesiz ki tanısanız nefret edersiniz. Kırarsınız, yerin dibine sokup sokup çıkarsınız. Kelime dağarcığınızı yeniden keşfeder gibi küfredersiniz ona. Fakat sanıldığı gibi değil elbet. Vahit ilkokul 6. sınıftan terk. Okuyamadı değil, okumadı. Dedi ki kendine, bu sistem bana kölelikten başka bir şey öğretmiyor. Sonra girdi bir kuaförün yanına en azından iş öğreneyim dedi.

Vahit’in düşüncesizliği kendine. Kendini düşünmüyor Vahit. Herkesi her defasında kimini az, kimini haddinden çok düşünürdü. Okulda empati diye bir kelime öğrenmişti rehber hocasından. Kendini başkasının yerine koyma, olan şeylere başka bir çerçeveden bakma gibi bir şey. Vahit öyle sevdi ki kelimeyi. Abarttı işi. İyice yaktı beyninin civatalarını.

Vahit kendini başkasının yerine koya koya kendini unuttu. Vahit, unuttu Vahitliğini. Kendini düşünmeyi bıraktı. Nerede bi olay olsa kendini o olayın içinde buldu. Bazen bir şeyler çalan hırsızın yerine koydu kendini. Bazen otobüste parası olmadığı için arkadan binen öğrenciye. Bazen üçgen peynir – simit satan emekli bir adamın yerine. Bazen şoför oldu sürekli arka tarafa ilerleyin diyen, bazen bi sokak bestecisi.

Aslında bakarsanız Vahit civataları annesi yüzünden de yakmış olabilir. Çünkü Vahit annesi her hapşırdığında çok yaşa derdi. Sonra annesi ona –çok yaşayıp da sizin kahrınızı mı çekeceğim- dedi. Vahit kızdı ama aldırmadı. Sonra aynı şey yine tekrarlandı. Yine aynı lafı işitti kulaklarında. Badire üçüncü kere yaşanınca annesini sildi Vahit.

Annesi çok yaşamayı istemiyordu, Vahit’in kahrını çekmek istemiyordu. Empati yapmayı denedi ama olmadı. Bunun empati yapılacak bir yanı olmadığına karar verdi kendi kafasında. O olaydan birkaç sene sonra kafası esti ayrılmaya karar verdi. Biraz para biriktirmişti kuaförde çalıştığı sıralar. Bir de oynadığı iddaa’dan bir keresinde yüklü bir para tutturmuştu. Evin çatısında bi boya kutusunda saklıyordu parayı.

Babası kızıyor diye okuduğu kitapları yatağın altında saklıyordu Vahit. Babası bir defasında esaslıca bir tokat indirmişti suratına. Madem okuyacaktın itin dölü niye bıraktın okulu diye. Vahit anlatamadı derdini. Bu okul insanı robotlaştırıyor ben bu romanlarda başka dünyalar buluyorum demek istedi. Gıkını çıkaramadı. Biliyordu çünkü gelecek olan ikinci tokadı.

Kitapları aldığı bazense takas ettiği bir sahaf vardı çarşıda. Birkaçı hariç geri kalan bütün kitapları doldurup çantasına gidip sattı sahafa. Çok para etmedi ama onu da birleştirdi boya kutusundaki parayla.

Gece uyumadan önce çok düşündü Vahit kendi içinde. Öyle düşüne düşüne daldı uykuya. Sabah olur olmaz, telaşla ve kararlılıkla çatıya çıktı. Parayı çıkardı boya kutusundan ve öteki biriktirdiği parayla birleştirip zulaladı iyice sırt çantasına. O sabah kimseye bir şey demeden binip otogara giden bir otobüse bıraktı ardında her şeyi. Yol boyunca düşündü yaptığı doğru mu diye. Ama kitaplardan öğrendiği güzel şeyler vardı. Dünyasını değiştirecekti Vahit. Kimse –kahrını çektirmek- istemiyordu onun ve bu yüzden kırılmıştı Vahit. Yanında sadece birkaç parça eşya ve üç beş tane kitap vardı.

Vahit özerkliliğini ilan eden azınlıklar misali piçliğini ilan etti. Gittiği yerde kimseye bahsetmedi ailesinden. Herkese bi trafik kazasında öldüklerini söyledi. Vahit beyninin içinden hızlı trenler gibi gürültüyle geçen milyon tane düşünceden hiçbirini sahiplenememişti o evden ayrılana kadar. Kendini düşündü bu kez. İyi ettiğini düşündü. Hep bir başka için kurduğu empatiyi bu defa kendi için kurdu. Ne iyi ettin Vahit dedi kendine. Kimse çok yaşayıp da senin kahrını çekmesin. Yaşa be Vahit, dedi kendine. Güldü geçti.

İbrahim H. Ataş / Kahır